24 Ağustos 2010 Salı

Röportaj

Radikakl'de ELİF TÜRKÖLMEZ'in Banu Alkan'la yaptığı röportajı hayretle okudum:

“Banu Hanım, ben lobideyim” diyorum. “Tamam bebeğim, hemen iniyorum” dedikten 45 dakika sonra görünüyor. Ama zaten biliyorum, ‘Banu Alkan zamanı’nın kolumdaki saatin ‘tik tak’ından farklı işlediğini. Aksıyor, geri gidiyor, hatta durabiliyor. ‘Hemen’ 45 dakikaya, ‘ertesi gün’ bir hafta sonraya denk düşebiliyor. Daha önce onun zaman ve mekân algısıyla çakışamadığım için Bodrum’da buluşamamıştık mesela. En son telefon konuşmamızdaysa “Dişlerimi fırçalıyorum, bir saat sonra arar mısın?” demişti, bir saatin dünya zamanıyla neye tekabül ettiğini bilmeyen bir çocuk saflığıyla.
Yani, o tarafta zamanın başka aktığını, biraz da hoşuma giderek, bildiğimden lobiye kuruluyorum kitabımla, kahvemle. Üzerinde henüz kurumamış bir ojenin bıraktığı ince pembe çizgiler olan, önü çarpık iliklenmiş uzun kollu bir beyaz gömlek, bej renkli bir eşofman, pedikürü gelmiş geçmiş ayaklarını açıkta bırakan parmak arası terlikler, güneş gözlükleri, Chanel çanta, kumaşının ‘en yüksek kalite ipek’ olduğunu sonradan defalarca kez öğreneceğim dallı güllü bir şal ve arkasına saklanmış, arada korkak bir kaplumbağa gibi başını uzatıp çeken 10 yaşlarında bir çocukla, yeğeni Cengizhan’la, karşımda.
Mesafeli bir içtenlikle yaklaşıyor, havayı öpüyor. Sanki yedinci kattaki odasından değil de çok uzak yollardan gelmiş gibi yorgun, alnında boncuk boncuk terler. “Şurada bir soluklanalım mı?” diyor, asansörün yanındaki sandalyeleri göstererek. “Olur” diyorum ve Banu Alkan’la İstanbul’da kaldığı lüks otelin koridorlarına, odasına, barına, havuzuna, asansörüne, piyanosuna yayılacak maceramız başlıyor.Başını dizlerine koyan Cengizhan’ın saçlarını severken, bir yandan da önceki gece katıldığı Çarkıfelek’te ‘zekâsını nasıl konuşturduğunu’, canlı yayına gecikince üzerine nasıl da bir şeyler dolayıverdiğini anlatıyor. Zaten Banu Alkan artık giyinmiyor, kumaş sarıyor kendine. Sanki artık hiçbir elbise, pantolon ona göre değil, sadece kumaşlar iyi geliyor. Bir zamanlar ne kadar güzel, ne kadar incecik, ne kadar seksi olduğunu bir tek onlar anlıyor.

“Fikret Mualla tablolarını satıp lüks içinde yaşıyorum” dediniz olay oldu. Gerçekten tablo satarak mı geçiniyorsunuz?
Banu Alkan dünyada, ‘Dünyayı muhteşem yaşayan 100 kadın’ içine girer. Belki ‘Dünyada 100’ demek çok komik bir rakam, “Yapmayın Banu Hanım, Türkiye’de deseniz anlayacağız” diyebilirsiniz ama ben mütevazı olarak söylüyorum, Türkiye’de 100 kadın içine kesin girerim, dünyada da 10 bin kadın içine girerim. Ama belki 100’ün içine de girerim. Çünkü o kadar güzel bir hayat yaşadım Gürbüz Hanif sayesinde. Herhalde insanlar geçmişteki şaşaalı yaşantımı bildiği için beni kıskanıyor. Allah’ıma çok şükür ben hâlâ o şaşaalı hayatı yaşıyorum. Gelen parayı harcıyorum. Açıkçası bu. Yani tabii ki artık Gürbüz Hanif’in milyon dolarları yok ama hâlâ Paris’imdi, Bali Ada’mdı, Singapur’umdu, Mauritius’ümdü, Maldiv’imdi, Phuket Ada’mdı; bunları yine yapıyorum. O zaman günde 100 bin dolardı, şimdi 10 bin dolar.

Hepsini sattınız mı tabloların, var mı elinizde hâlâ?
Bende iki tane kaldı ama Gürbüz Bey’in çocuklarında da var o tablolardan, onlara da alıyordu. Yani anlamıyorum; insan birikimini, arsasını, altınını, pırlantasını, evini zaman zaman, lazım oldukça satar. Benim de böyle bir koleksiyonum vardı, sattım. Keşke Leonardo da Vinci’lerim de olsaydı da onları da satsaydım. (Kahkaha atıyor)

O zamanlar nasıl bir sanat ortamı vardı Paris’te? Siz de o ortamlara girip çıkıyordunuz herhalde...
Tabii ki. O zaman ben lady okuluna gittiğim için her hafta sonu gelirdi rahmetli eşim. Ve biz her hafta sonu, Gürbüz Bey’in bürokrat arkadaşlarıyla gezerdik. Fikret Mualla hayranları vardı içlerinde, Gürbüz Bey de öyleydi. Ben zaten 17 yaşında küçücük bir çocuktum, ne anlarım o zaman Fikret Mualla’dan. Ben güzel elbise peşindeyim, Chanel nerde, Dior nerde, onun derdindeyim. Ama eşimin sayesinde sanatı da öğrendim. O zamanlar Fikret Mualla ünlü değildi. Madam’a (Agnes) bir şişe şarap karşılığında beş tane tablo yaparmış. O an biz o resimleri alırken bu kadar bilineceğini tahmin etmezdik. Madam derdi ki eşime, “Mr. Hanif”, onlar soyadla söylüyor ya, “Bir şişe şaraba yaptırdım ben bunları, alın alın.” Üst üste yığmış, nasıl, çerçevesiz, görsen... Gürbüz Bey koleksiyon yapıyordu. Ben de onun sayesinde bulaştım sanata.

Bu sanat merakı devam etti mi sonra?
Benim için sanat gezmektir. Londra olsun, Paris olsun, çok dolaştım. Dört dünya turum var, 15 tane yarım dünya turum var. 150 tane de Avrupa’m var. Ben dünyalıyım diyorum. Dünyaya hayranım. Ama en çok ülkeme hayranım. Çünkü benim için Türkiye 3 bin antik kent bulunduruyor. Bu çok önemli, ben ülkemi çok seviyorum. Daha sonra Fransa’yı seviyorum. Sonra tüm dünyayı, tropikal adaları seviyorum. Paris bambaşka tabii.

Nesini seversiniz Paris’in, neler yaparsınız orada?
Ritz’de kalıyorum, Four Seasons’da kalıyorum. Ritz Oteli, Lady Diana’nın sevgilisinin oteli biliyorsunuz. Bilirler beni orada. Bilgisayara yazınca ‘Mrs. Alkan’ çıkar. Türk müdür var şimdi. Ona da buradan selam gönderiyorum. O da bir baksın, Banu Alkan kaç yıldır kalıyor orada. O da çok yakışıklı, kibar. İkiye katlamış otelin kazancını. Bu sene gittim Ritz’e ama kalmadım, yemek yedim sadece. Önümden geçti, resepsiyona doğru heyecanla bir hareket yaptı eliyle, çok yakışıklı.
Sizinle konuşmak istediğimi söylediğimde “Söyleşi vermiyorum ama Radikal gazetesi Banu Alkan zekâsını anlar, yapalım” demiştiniz. İnsanlara kendinizi anlatamama gibi bir durumunuz olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben kendimi anlatamadığımı düşünmüyorum ama anlamayana da üzülmem. Neden üzülmem? Çünkü dünyayı bitirdim ve herkese tepeden bakıyorum açıkçası. Her ukala, her kendini beğenmiş, her kendini bir şey zannedenle uğraşamam. 10 bin dolarlık Hermes çantaları taşıyınca insan oldum zannedenler, her gün aptalca kıyafet değiştirenler var. Ne bulurlarsa yamıyorlar üzerlerine. Siren Ertan’a bakıyorum mesela. Biz kardeşimize alırdık Hermes ayakkabı, Londra’da okuturken. Yani, biz bunları aştık. Ama Türkiye’ye kalite kumaş öğrettiğimi itiraf ediyorum. Çünkü benim hayatım Roma, Milano, Paris’teki kumaşçılarda ve dünyaca ünlü butiklerde geçti. Daha çok hazır alırdım ama hazırlar çok pahalıydı. Ben de Chanel’in, Valentino’nun kumaş aldığı yerden kumaş alır, burada Nur Yerlitaş’a, Terzi Yıldırım’a diktirirdim.
Örnek aldığınız birileri oldu mu hiç?
Ben kimseyi taklit etmedim. Bir tek genç kızlığımda Raquel Welch vardı, vücudumuz bire bir tuttuğu için onun gibi dururdum, onu taklit ederdim. Bir de işte Elizabeth Taylor’un göğüs dekoltesi. Ama herkes beni taklit etti diyebilirim. En son Paris’e gitmeden evvel Ajda Pekkan’ı gördüm mesela, kendime bakıyorum sandım. Fırfırlı elbise giymiş, saçı da ‘kelküllü’ değildi, aa kendimi seyrediyorum zannettim. Halkta da görüyorum Banu Alkan etkisi. Bütün Türkiye uzun sarı saçlı. Zaten ben bu memlekete fazla geldiğimi düşünüyorum.

Şansınızı başka memleketlerde denemeyi düşünmediniz mi?
Düşünmez miyim? Beverly Hills’e gittim. Rahmetli eşim, “Türkiye’de rakibin yok” derdi. Öyle bir yüz, öyle bir vücut yok! Aldı beni Hollywood’a götürdü 93 yılında ama maalesef hastalığını öğrendik ve altı ay içinde de kaybettik. Beverly Wilshire Oteli’nde kalıyorum, yerleştim. Okuldan kalma bir İngilizce vardı, onu ilerletmeye başladım filmlerde aksan sorunu olmasın diye. Ama maalesef kaybettik eşimi. Ondan sonra da zaten bir yıl ağladım. Yani bana göre dünya, çok önemli bir yüz ve vücudu, bir starı kaybetti. Bakma şimdi kilo aldık, yaşlandık ama benim yüz çizgilerim ve vücut çizgilerim dünyada çok nadir kadında var. Bunda da iddialıyım. Ama artık evdeyim, sakin bir hayatım var.

Neler yaparsınız evde? Kitap falan okur musunuz?
Çok okuyorum ama nereye gitsek binlerce kitap artık. Geçen gün havaalanında dedim ki, oradaki büfeye, “Siz de mi bu kadar doldurdunuz, sağımız solumuz kitap!” Dergi alırdık eskiden, şimdi kitap! Nereye gitseniz kitap, hangi birini okuyacaksınız. What is this ya, bu ne ya? Aslında hayat kitabı okuyorum deyip geçeceksin. Orhan Pamuk anlatıyor ama neyi anlatıyor? Kendine göre mi anlatıyor, zirveye çıkmak için mi anlatıyor? Ne için, neyle beynimizi dolduralım? En güzeli dünyayı kendimiz gözlemleyelim. Allah beyin vermiş, göz vermiş, bitti kardeşim.

Yazıyormuşsunuz ama galiba...
Hayatımı yazıyorum. Uzun zamandır yazıyorum. Sonra hayatımı filme alacağım. Bir de Banu Alkan müzesi açacağım, Antalya’da. Bugünlerde neler yapıyorsunuz, yeni projeniz falan var mı?Ben artık dünyayı o kadar aştım ki, lüksün en büyüğünü gördüm. Lüks, şampanyanın en iyisini içmek, duck’ın yani ördeğin en iyi patesini yemek, havyarın en iyisini yemektir. Banu Alkan artık büyüdü, geçiyor gibi duruyor ama bana göre büyüdü. Bomba gibi bir albümle geliyorum. Her şey bitti, sadece okumalar kaldı.

‘Tante Banu’nun odasında geçmişe yolculuk...Banu Alkan üzerini değiştirmek için bir ara odasına çıkıyor. Ben de elinde Çarkıfelek’ten aldıkları para dolu zarfı sıkıca tutup bana ters ters bakan Cengizhan’la baş başa kalıyorum. Çocuk Almanya’da yaşıyor, Türkçe’yi çok az biliyor, bildiğini de konuşmuyor. Banu halasının gömleğini çekiştirip, ‘Tante Banu’ deyip duruyor. Ne bir asistan, ne bir arkadaş; Banu Alkan, Altınoluk’tan çıkıp 10 yaşında bir çocukla gelmiş İstanbul’a. Bir an çok hoşuma gidiyor, güzel ‘tante’sine hayran Cengizhan’ın bizimle oturup Banu Hanım’ın deyişiyle ‘ekspresso’ içmesi. Konuştuklarımızı anlamaya çalışması, arada sıkılıp havuza gitmesi. Ama baş başa kalınca işler değişiyor. Çocuk yerinde durmuyor, Banu Alkan gelmiyor da gelmiyor. Mecbur, Cengizhan’ın odaya servis edilmesi gerekiyor. Telefonla konuşarak açıyor kapıyı. Duştan çıkmış, üzerinde beyaz bir havlu, bu sefer gözlüksüz ve saçlarını yandan ayırmış. Sanki 25 yaşındaki haline dönmüş; ‘Nikâh Masası’ndaki, ‘Afrodit’teki, ‘Kızgın Güneş’teki haline... Yanında gençlik fotoğraflarını taşıyor, ille de onları basmamızı istiyor, fotoğraf çektirmekten kaçınıyor. “Baksana şunlara, ne güzel” diyor. “Bunları koy, saçımın boyası geldi, yüzüm şiş, yorgunum, iyi görünmüyorum.” Oysa bence gerçekten güzel, hâlâ etkileyici. Odanın dağınıklığına dalmışken ben, sevinçle yanıma geliyor, “Biz aşağıdayken hep aramışlar” deyip telefonu gösteriyor ve tekrarlıyor, “Hep aramışlar, hep aramışlar...”

7 yorum:

Adsız dedi ki...

ay!
gözlerim patladı okuyana kadar!
biraz paragraf karamel :(

B. dedi ki...

Kadının şişkin egosundan, ifadelerinden yarısına kadar okuyabildim, içim almadı gerisini.

Gürbüz Hanif'e kilitlemiş kendini. Dayanılır gibi değil.

lazanya dedi ki...

haddim değil ama, yazı stilin çok okunaklı değil bu arkaplan üzerinde... gözlerim çok yorulduğu için bıraktım.

kremkaramel dedi ki...

Yazı stilim ariel, arkaplan beyaz değil mi yaw? Nasıl okuyamadınız arkadaşlar?

SeRiOuuS dedi ki...

gözü harbi yoruyor. beyaz çok parlak kaçıyor sanırım
yada tüm ekran beyaz olduğundan boyle sadece metın kısmı beyaz olsa sorun olmaz belkıde.

bossa nova dedi ki...

Ben okudum valla beyaz fonun hastasıyım.
Banu Alkan'a gelince...
Ego değil bu. Ama ne bu?
Nedir bu?
Peki ya cehalete ne demeli?

Adsız dedi ki...

ariel değil.
omo. diyomuşum.


Century Gothic. biraz ayardan geçirmemiz lazım temanı. yeniledim ben :P

seninle pişti mi olsaydık! :D