27 Nisan 2010 Salı

WARHOL SÖMÜRÜCÜ MÜYDÜ?

İzlediğim iki film de aklımda Andy WARHOL hakkında şüpheler oluşmasına neden oldu. Belki de taraflı olarak yorumlandı filmler. Ama oldukça acımasız ve bencil olduğu da biliniyor Warhol'ün. İyi paralar kazanmış onlar sayesinde. Ama 2 sanatçı da uyuşturucunun pençesinde yalnız ölmüşler. Belki de sadece vefasızdı. Bilemeyiz.

Filmler:
Factory Girl


Basqiat


Warhol'un hayatlarına, dahil olduğu (için belki) mahvolmuş 2 kişi:

Edie Sedgwick

Edith Minturn "Edie" Sedgwick (d. 20 Nisan 1943 – ö. 16 Kasım 1971)[1] ABD'li aktris. Soyu İngiltere Kraliyet Ailesi’ne kadar uzanan varlıklı bir ailenin kızı olan ve dönemin sosyetesinin önde gelen isimlerinden olan oyuncu 1960'larda Andy Warhol'un kısa filmlerinde oynayarak ünlendi. Newyork'un luks magazalarindan toparladigi imajiyla factory'nin baska bir yuzunu gozler onune sermistir. 1963-65 arasinda time, vogue, life dergilerine kapak oldu. manhattan'in glamour mekanlarinda ve galeri acilislarinda warhol'un escort kiziydi. warhol'un ve jonas mekas'in cesitli filmlerinde oynadi. ciao! manhattan edie sedgwick filmografisinin yildizidir. 15 kasim 1971 gecesi oldu. bagimliydi. (Ekşisözlük/blixa)

Jean Michel Basquiat












asırlar önce haiti ve puerto rico’ya afrika'dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve sömürgecilerin asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyah ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

babası muhasebeciydi, annesi matilde basquiat, oğlunun sanatçı olmasını isteyen, ruh dünyası karmaşık, suskun ve kederli bir kadındı (gariptir, andy warhol’un çizdiği tabloda gülümserken resmedilir). basquiat’ye siyah atalarının mirasını devreden yine annesiydi. çocukluğuna ilişkin en canlı anılarından birisi, yağmurlu bir günde annesinin elinden tutup guernica’yı görmeye götürüşü ve annesinin o görkemli tablonun önünde, şirin bask kasabasında ölenler için hüngür hüngür ağlayışıdır. basquiat, annesine başının üzerinde ansızın beliren bir taçı işaret edişini ve uçarı bir gülümseyişle annesini teskin edişini anlatır yakın arkadaşlarına. yaşadıklarının hepsini göçmen kuşlara paylaştıran bir anneydi matilda ve basquiat, onun hüznünü anlamayan babası gerard’ı asla bağışlamadı, onunla hiç özdeşmedi.

tom wolfe, bohem sanatçı için “burjuvanın bir türlü yapmaya cesaret edemediği şeylere girişebilen sanatçıdır” der. gerçekten de postmodern dünyamızın her zaman bu tür asil savaşçılara gereksinimi var, hani bulutları aşıp gelecek eski savaşçılara, sanat dünyasının primitif imge dehalarına. 1950’lerde bu savaşma görevini, greenberg’den devralan jackson pollack üstlenmişti. 1980’lerde ise warhol’un mirasçısı basquiat bu boşluğu doldurdu. akademisyenlerin dışında sokağı yurt edinen sanatçıların, plastik sanatlar dünyasına girdikleri ve kuralları altüst eden bir görsel sanat önerdikleri dönemdi bu. post-modern çağın, postmodern çağa dönüştüğü yıllar!

ilk gençlik yılları sorunlarla geçen basquiat, üniversite eğitimini tamamlamasına aylar varken yarıda bıraktı. yakın arkadaşı al diaz ile soho’nun ara sokaklarını mesken edindi, duvarlarını süsledi. çok geçmeden yarattığı samo persona’sı ile sokakların tanıdığı bir kimliğe büründü. sanki bir bulvardaydı basquiat, ışıl ışıl güneşli bir bulvarda, sürekli koşuyordu, zor değildi koşmak onun için, çünkü hiçbir şeyi yoktu. kollarında yaşlı bir evsizi tuttu kimi zaman, kimi zaman naif yürek atışlarını fahişelelerin. görünmezliğini korudu basquiat, ta ki 1981’de psi gallery’deki ilk sergisine dek, artık istese de saklanamazdı.

bir sanatçıyı inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değil, daha çok onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır. basquiat’nin bilinçdışında beyazların yöresinde nasibsiz kalmanın, uyrukların içinde uygunsuz biri olmanın derin izleri olduğunu söyleyebilirim. söyleşilerinde “siyahi ressam”, “siyahi sanatçı” olarak anılmaktan duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirse de, kahramanları olarak charlie parker’ı, joe louis’i, sugar ray robinson’u, muhammed ali‘yi resmedişi rastlantısal değildir. yalnızca picasso ve matisse’nin yakalayabildiği bu “kara kıta”nın kolektif primitif imge mirasını, kent kökenli bir genç siyahın (örneğin two heads in gold tablosundaki maske şeklindeki yüzlerle) yakalamış olması ilginçtir.

basquiat’nin sanatında bir diğer baskın tema onun bitmek tükenmek bilmez ölüm arzusudur. uyuşturucu komasından çıktıktan sonra brian kelly ile yaptığı söyleşisinde şöyle der: “insanlar benim uyuşturucuyu bırakıp bırakmayacağımı ne diye merak ediyorlar, anlamıyorum. benim ölebileceğimi söylediklerinde bilmiyorlar ki ben zaten o noktadan sayısız kez döndüm!” Ekşisözlük/sametcummings

Andy ile birlikte:

Hiç yorum yok: