23 Kasım 2009 Pazartesi

Müjde!


Dün alışverişe çıktım. Kendim için değil. Sadece sizin için. Şu meşhur İstinye Park'tan sizin için (ama kendime) noktalar, ünlemler, kesme işaretleri ve virgüller aldım. Artık, beni daha iyi anlayacaksınız. Hâlâ anlamıyorsanız, alıcınızın ayarlarıyla oynayın!

Evet! Şimdi nereden başlayalım? Kendimi ifade yöntemlerinden bahsetmek istiyorum biraz. Kendimi birey olarak hissetmeye başladığım yıllarda masanın üzerine çıkarılıp "Dol karabakır dol!" eşliğinde, Ayşecik gibi yandan yandan göbek atarak alkışlara alıştırıldım. (O alkış, belki kendimi dans ederek ifade etmek, kabullendirme konusunda savunma mekanizması gibi kaldı üstümde) İnsanların ilgisi üzerimden eksilmesin diye belki taklitçi bir yanımın olduğunu da keşfetmiştim. Artık alkolik bir yakınımızın götürdüğü "aç aç" dansözünü taklit edebiliyor, filmlerdeki gibi şarkılar söyleyebiliyordum.

Sonra sanırım annem ve ablamın güzel resim yapmasını kıskandığımdan hayatıma resim girdi. Artık, bir eşeği nalları da dahil çizdiğimde bana 5 yaşından daha da büyükmüşüm gibi bakıyorlardı. Resim maceram beni orta ve lise öğrenimim boyunca da gözde yaptı. Ablama veya anneme çizdirdiğim bir figürü yalan söyleyemediğim için öğretmenime söylemek gururuma dokunduğundan kendimi daha da zorladım. Bando takımında olan ablamın flütünden kendiliğimden herşeyi çalabiliyor olmak ise müziğin ruhu tamamlayıcı yanıyla tanıştırdı beni.

İlkokulu başarı ile tamamlasam da okul birinciliğinde adım geçmiyordu. Ama yaratıcılığımı kullandığım tüm alanlarda adımın geçmesi beni fazlasıyla mutlu ediyordu. Okul gazetesinde makalemi veya resmimi görmek gibi. Yaz tatillerinde ise çamur ve kumlarla heykele transfer olmuş doktoramı yapıyordum:)

Ortaokulun başında eğitsel kollarda tiyatro bölümüne iten neydi bilmiyorum ama Türkçe öğretmenimden "beni Kimse Anlamıyor" adında bir oyun için başrol teklifi almış, ayrı bir dünyaya adım atmıştım. Bunu sene sonlarında okuldaki 20 öğretmeni taklit etmeler izledi. Derken senaryolar yazmaya başladım. Başroller ise yeteneğimden dolayı karakter rollerine kaydı. Dedeler, köyün delisi, kimsesiz çocuklar gibi riskli roller beni bekliyordu. Sahneye çıktığım anda oyunun havası değişiyor, alkışlar alıyordum. Ama komik bir rolle benimseyen halk, dramatik bir rolde yaşlı rolünde çıkınca makaraları koyuveriyor, bu beni oldukça üzüyordu.

Bu arada yarışma icabı da olsa şiir ve kompozisyonları görmezden gelemezdim. Ya birincilik ya ikincilik beni bekliyordu. Böylece kendimi ifade edebileceğim yeni alanlar bulmuştum. Okul korosu ve folklör ekibine girmemle birlikte, öğretmenler gecesi, mezuniyet baloları gibi özel gecelerde sunucu olarak açıyor, koroda şarkı söylüyor,folklör oynuyor, şiir ödülümü kabul ediyor, başrol oynuyor ve sahne hazırlıkları sırasında taklitler ve monologlarla araları dolduruyordum. Bir bavul aksesuarla gittiğim kuliste kanter içinde kalmak beni mutlu ediyordu.

Yaptğım taklitler 40'ı buluyordu. Bu özellikler ise okul partilerinin de demirbaşı olmamı sağlıyordu. Ama kızlar onları eğlendirmem dışında, ucubeymişim gibi uzak duruyorlardı. (Hani kadınlar komik erkeklere bayılırdı:)))

Derken bağlama kursunun açılmasına elbette ki uzak kalamazdım. Onu da bilezik olarak koluma takıp yeni hedeflere çoktan yelken açmıştım. Okulun en çok kitap okuyanı olmak adına haftasonları ve tatillerde çantalar dolusu kitapla eve gidiyor, apayrı bir dünyaya adım atıyordum. Yaşıma göre ağır da olsa Balzaclar, Emile Zolalar, Peyami Safalar beni romantik, idealist ve aç ruhumu doyurmuyor, salata gibi iştahımı açıyorlardı.

Böylece lise yıllarımın sonlarına geldiğimde, güzel sanatlar resim bölümü veya konservatuar tiyatro bölümü için fazlasıyla hazırdım. Ama kahretsin ki o yıllarda ressamlık veya tiyatro sanatçılığı bir "meslek" (!) bile kabul edilmiyordu. Annem, yapacağım ciddi(!) tercihleri tutturamazsam ön kayıtla o okullara kayıt yaptırabileceğime ikna ederek konuyu kapattı. Kahretsin ki çok iyi bir öğrenciydim, dersaneye bile gitmeden Türkiye'nin en değerli okulunda ekonomi konusunda bir bölüm kazandım.

İyi de ben ekonomiden, muhasebeden, politikadan nefret ediyordum. Yaşıtlarım olan erkeklerin hoşlandığı sigaradan, içkiden ve futboldan nefret ediyordum. Spor deyince bir parantez daha açalım.

İlkokul dörtte yaptığım bir mahalle maçında böbreklerimi üşütünce ciddi bir hastalık beni spordan, sokaklarda oynayan hemcinslerimden epey bir uzak tuttu. Lise 1'de raporlu durumum sona erince artık oyun kurallarından bihaberdim. Ve toplu sporlarda izlenmek veya eleştirilmek beni çok tedirgin ediyordu. Ama yüzme konusunda hala çok iyiydim. Beni rahatlatan bir yanı vardı ve vücudumun şekillenmesine de çok çok katkısı oldu.

Sonra üniversiteye gittiğimde herşey bir anda durdu.İçime kapandım. Kendimi ifade etme konusunda sınıfta kalmıştım. Bir tek arkadaşım vardı artık: sinema! Haftada 5-6 film izliyor, CSO konserlerini ve devlet tiyatrolarını da kaçırmıyordum. PASO gibi mükemmel bir maymuncuk bana sinemanın büyülü dünyasını aralamıştı.

Yağmurlu bir günde grubumdaki arkadaşlarıma o yılların gözde grubu 5 yıl önce 10 yıl sonra'sının aynı adlı albümünü ezbere söylerken başka okuldan bir çocuktan barlarda birlikte şarkı söyleme teklifi aldım. Ah aptal kafam, ah ödlek yanım! Çok pişmanım.

Yurtta ise DTCF'nin tiyatro bölümündeki bir arkadaşımla tiyatro grubu kurmaya karar vermiştik. Ama yanlış hatırlamıyorsam çocuk anlaştığı belediyenin prova salonunu ayarlayamayınca maceramız başlayamadan bitti.

Üniversite sonrasını da yarına bırakalım. Fotoğrafçılık, klavye, Müjdat Gezen Sanat Merkezi maceram, öykü yazarlığı, Photoshop tarzı programlar... AZ SONRA! Beni izlemeye devam edin. Ya da siz bilirsiniz.

PS: Tüm bunlardan sonra kendimi hiçbir şey olamamış çok şey gibi görüyorum:(

Hiç yorum yok: