30 Temmuz 2010 Cuma

Öldükten sonra da ölmeden önce de görülmesi gereken

Dünya çapında ünlü 9 sanatçı ve sanatçı grubunun teknolojik temalı yerleştirmelerinden oluşan Madde-Işık sergisi, Borusan Müzik Evi’nin tüm katlarında sanatseverlerle buluşuyor. Bu görsel şölenin küratörlüğünü, çalışmalarını Paris merkezli sürdüren ve dünyanın dört bir yanında çok önemli sergilere imza atmış Richard Castelli üstleniyor.




Işık, hareket ve ses öğelerini birleştiren eserler, izleyiciye etkileşimli ve çarpıcı bir deneyim yaşatırken, tek bir keşif yöntemine bağlı kalmayan algılama seçenekleri sunuyor. Yapıtlar, medya sanatının son yönelimlerine bağlı olarak sezgiye, fizikselliğe ve duyulara dayalı yeni bir yaklaşım getirirken, teknoloji konusundaki tutuculuğa sırtını dönüyor. Böylece insan bedeni ve duyuları, olması gerektiği üzere yaratıcı sürecin ve sanat deneyiminin merkezinde konuşlanıyor. Eserlerin bazıları esin kaynağını madde ve ışığın etkileşiminden alırken, bazıları da bu iki öğe arasındaki sürtüşmeden besleniyor. Böylece bazen Madde, Işık’a, bazen de Işık, Madde’ye dönüşüyor.




Sergide yer alan sanatçılar ve sanatçı grupları ise şöyle sıralanıyor:
Granular-Synthesis
Sarah Kenderdine & Jeffrey Shaw
Ulf Langheinrich
Thomas McIntosh / Emmanuel Madan / Mikko Hynninen
Christian Partos
Erwin Redl

Sergi, 12 Haziran’dan 9 Ekim’e kadar, Pazar ve Pazartesi hariç her gün 12-19 saatleri arasında Borusan Müzik Evi’nde ziyaret edilebilecek.




RICHARD CASTELLI

Richard Castelli, 1999-2007 yılları arasında 2004 Lilles Avrupa Kültür Başkenti projesinin küratörlüğünü üstlendi. Cinemas of the Future, Robots !, Microfolies, Du Côté de Chez… gibi önemli sergilerin de küratörü olan Castelli, Epidemic adlı sanat firmasının kurucusu olarak Shanghai, Roma, Berlin gibi sanat başkentlerinde seçkin müzelerde ses getiren sergilere imza attı. Jean Michel Bruyère, Du Zhenjun, Saburo Teshigawara, Jeffrey Shaw ve Sarah Kenderdine gibi birçok sanatçının film ve yerleştirmelerinde prodüktör ya da yardımcı yapımcı olarak yer aldı. Yönettiği kısa ve orta metrajlı filmler uluslar arası televizyon kanallarında yayınlandı ve Rio de Janeiro Müzik ve Film Festivali [Brezilya], Estavar Festivali [İspanya] gibi önemli festivallerde birincilik ödülüne layık görüldü.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

KIRMIZI AKÜLÜ ARABA

Çok zalimce bu yaptığım. Ama onu seviyorum. Küçüklüğümde gördükçe hırsla ağladığım komşu çocuğun kırmızı akülü arabası gibi... Bana karşı yadsınmaz kırmızı bir ilgisi var. Kollarımda ağlarken oldukça saydam. Ama kasıyor kendini. Çok yalnız benim gibi. Ve bu yalnızlık çarpışan arabalar gibi dönüp dolaşıp birbirimize çatıyor. Kader bence bu. Birbirimize öyle uygunuz ki... Ben bunu daha net görebiliyorum. Ama onun kafası oldukça karışık. Bitiremediği ağdalanmış bir ilişkisi var. Oysa o kişi ona layık değil. Onu üzecek. Üzmüş. Bitirmeyi de başlamayı da bilmiyor. Ona öğreteceğim çok şey var.

Her gün blogunu okuyorum. Benimle olan duygularını, içindeki karmaşayı anlatıyor benim onu okuduğumu bilmeden. Üstelik akıl danışır gibi bir hali var. "Adsız" rumuzuyla akıl veriyorum kendi lehime. Biraz daha, biraz daha aklı yatıyor her gün. Yakında teslim olacak. Benim olacak. Benim... Benim güzel kırmızı akülü arabam.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Zıtlıklar düğümleri açar

İyi oyuncu-kötü oyuncu tartışmasına girmeden, sözlerine katılıyorum medya mağduru Sanem Çelik'in. Bence insanlık hallerinden biri: evli birini sevmek. Yargılamadan önce yaşamak lazım. Ben sadece köşeye kıstırılmış bir insanın benliğini bulma sürecini özetleyen cümlelerine vurgu yapmak istedim:

ABD’ye gittiği ilk dönemde kırgın, kızgın, paranoyak, korku dolu ve güvensiz olduğunu söyleyen Çelik sözlerini şöyle sürdürdü: "Gitmek, dünyayı gezmek, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşamak ve yeni yerlerde kendimi yeniden keşfetmek isteği hep içimde vardı. Kendimi sınırlara sıkıştırılmış hissediyordum. Bunu kırmanın en iyi yolu bulunduğum yerin öbür ucuna gitmekti. Zıtlıklar düğümleri açar diye düşünürüm ki, öyle de oldu. ABD’de olmak gelmek bana üstümeyapışmış yaftaları, istemeden, bilmeden korunma duygusuyla büründüğüm, hiç de yakışmayan mimiklerimden sıyrılmamı, sisler arkasında kalmış kendi dünyamı sarıp sarmalamamı, bir piyon, bir oyuncak, bir isimdeğil de, insan olduğumu, Sanem olduğumu, bir özüm, bir benliğim olduğunu hatırlamamı sağladı.”

California’da yaşamaya başladığı ikinci yılda bugünü yaşayan, mesafeli ve saygının ön planda olduğu bir yerde yaşamanın tadını çıkarmaya başladığını söyleyen Çelik "Türkiye’den ilk geldiğinde önce ‘Ne çok kural var. Olmaz bu böyle.’ diyorsun. Sonra anlıyorsun, bu kocaman topraklarda iç barışı sağlayan bu adamların bildiği, bizim bilmediğimiz bir şey var. Şimdi burada, bu kurallar içindeki mesafe, bana şahane geliyor. Özgürlük bu dedirtiyor bana daha fazlasını görmediğim için. Sanırım burası çağdan uzaklaşmadan, dünyada olabileceğim en doğru yer.”

Sanem Çelik “Geçmiş geçmişte kaldı der İngilizler, katılırım. Yeniden yaşama şansımızın da olmadığını biliriz. Pişmanlık değil ama kabul edemediğim şeyler var. Ben hatalarımı reddetmem, derhal dersimi alırım, ikincisini de yapmam. Bir hedefim olmasa bana iyi gelen doğru yolları bulamazdım sanırım. Aşkın küçük artçılar gibi gelmesi an, gitmesi an meselesidir. Asıl sevgiye dönüştüğü zaman devamlılığı olur ve bir mana başlar orada işte. Bu yüzden aşk değil de sevgi peşindeyim ben, daha kalıcı.” “Kolay olmadığımı bilirim kurcalandığımda. Çok da kolayımdır iplerim bırakıldığında. İplerimi bırakmaya cesaret eden olmadı. Seçtim mi dururum orda, gitmem son ana kadar bir yere... Bilirler ordayken ordayım, başka yerde değil” diye konuştu.

Külodunu çıkarırken parmağının üst tendomunu koparan adam

Neden bahsedebilirim bilmiyorum.Tadım yok pek. Oldukça karışık kafam.Üstelik külodunu çıkarırken parmağının üst tendomunu koparan adam olarak tarihe geçecekken... Kötü haberler alıyorum üstüste. Allah beterinden korusun.

Hozan Beşir diye bir afiş gördüm demin ve araştırdım ki değişik bir yorumu olan bir türkücü imiş. Elfida'nın ona ait olduğunu duydum. Bi ara dinleyeceğim yorumunu.

Son Hava Bükücü'ye gittik dün akşam. Night Shamalan'ın olduğunu film bitince gördüm. Efektler güzeldi ama bi Yüzüklerin Efendisi bi Avatar tadı kalmadı nedense damağımda.

Hasan Ali Toptaş'ın Efendime Söyleyeyim kitabı çıkmış. İlk fırsatta alacağım.

Entre Les Murs/Sınıf filmini izliyorum uyuya kalsam da. Ama bu kesinlikle filmin kötü olduğu anlamına gelmesin. Son derece sürükleyici ve gerçekçi. İnandırıcı ve belgesel havasında.

23 Temmuz 2010 Cuma

Ayran gönüllü manyağın itirafları

Güzel elyazısı olanlara karşı sempati duyarım. Hatta aşka benzer bir hayranlık. Fiyakalı kuyrukları olan harflerini öpmek gelir içimden. Zaman zaman taklit de etmişliğim oldu hatta. O zaman onlarla bütünleştiğimi hissederim. Bir çeşit beyin orgazmı diyelim.

Güzel ses tonu olanlara sempati duyarım. Pekala, itiraf ediyorum aşık olurum. Seslerini duymak için bahaneler yaratır etraflarında dört dönerim. Benden bir şeyler isteseler de yapsam diye yırtınırım.

Diksiyonu güzel olanlara zaafım vardır. Onlara da aşık olduğumu sezdiniz zaten:) Ya ben aşkı yanlış biliyorum ya da herkesin aşkı kendine. Diksiyonu güzel olanın ses rengi de güzelse kaymaklı ekmek kadayıfı!

Bebeksi bir yüzü olanlar çeker beni. 24 saat bıkmadan izleyebilirim. Bana bakmadıkları her dakika bayramımdır. Koşuşturmacalı-materyalist yaşamda 10 dakika mola. Bazen ağlayacak derecede bütünleşirim güzelliğiyle. Allah'a şükrederim böylesi bir güzellik için.

Gülünce güzelleşen ve yanağında gamzesi olanların yeri ayrıdır. Bende 2 gamze olduğu için bu sevginin içinde kıskanmave kompleks yok.

Güzel burunlulara bayılırım. Bu kişisel kompleksimden kaynaklanıyor daha çok farkındayım. Ama eziklik değil hayranlık hissederim. Her türlü saç ve şapka yakışır onlara. Her telini ayrı severim böyle olunca.

Uzun, gür ve siyah kirpikliler mıknatıs gibi çeker beni. Çoğu kez gözlerine bakarken yakalanırım. Bakmamak için savaşırım kendimle.

Beyaz tenlilere yakınlığım fazladır. Michaelangelo'nun David'ini okşar gibi okşamak geçiyor içimden.

Renkli gözlere iltimas geçiyorum. Ama takıntılı değilim. Yüzlerine ayrı bir anlam kattığını hissediyorum.

Düşünüyorum da hangisi daha çok cezbeder bu özelliklerin karar veremiyorum. Hepsi birden tek bir varlıkta bulunduğunu düşünemiyorum bile:)

22 Temmuz 2010 Perşembe

Saraydan İzleyici Kaçırma Rezaleti


2010 Kültür Başkenti olayına karışak, kültürlü olduğumuzu gösterek dedik başımıza gelmedik kalmadı. Alayınıza dalayım 2010 Komitesi yapacağınız işin. Lan koskoca 50 liram haram olsun size! Hiç operaya gitmedik sanki hayatımızda. Zaten dekoru beleşe getirmişsiniz (oyun Yıldız Sarayı'nın önünde, bahçede geçiyor)Oyundan önce cıbıldak cariyelerle lokum dağıt ama kuru sandalyelerde 3 saat oturt olacak iş mi be? Kıçım acıdı kardeşim. Sadece benim değil öndeki Helga ile Hans'ın, yandaki Koreli Ying ile Yang'ın da acıdı. Ayrıca nedir o lokum dağıtma işi? Dünyaya böyle mi tanıtıyorsunuz Türkiye'yi? Bravo! Aman ne yaratıcı!

Allahtan açık havadaydı opera. Oradan yırttınız. Yağmur yağsaydı ne halt edecektiniz bilmiyorum artık. Ya 1782'de bestelenmiş bir operayı nasıl 1900'lere taşıdınız? Hadi taşıdınız, yorum diyelim, peki İspanyol(Belmonto) takım elbiseli iken Türkler niye Ali Baba ve 40 Haramiler'deki gibi karikatürize? Mozart kendisi takımlarını gösteren beyaz çorap üstüne fırfırlı gömlekler giyiyor da Belmonte Özalla mı yattı da çağ atladı?

Ayrıca saraydan kaçırdığınız kız 45 yaşında dikkatinizi çekerim. Bu tahta göğüslü primadonnayı nasıl kız diye yutturmaya çalışıyorsunuz? Saraydan kız değil karı kaçırma olmuş. Bi de o kadının saçları niye Lady Di kadar kısa? Hizmetçi Blonde'nin elbisesine ne demeli? Basenleri görünmesin diye bele oturan elbisenin beli 5 parmak yukarı çekilmiş. Sanırsın kadın hamile de babasından saklıyor. Belmonte aşağıda uvertürlerle fingirdeyecek diye 3. perde başladığında sahneye geç girdiğini de anlamadık sanmayın.

Her ülke vatandaşına kıyak olsun diye 3 dili karıştırıp bi opera yapmışsınız ya helal. Köşkün kahyası niye arada Almanca konuşuyor? Gençliğinde Almancı mıyımış? Çok saçma!

Son sözüm de sana Mozart efendi! Selim Paşa padişah değil ki sarayda yaşasın. Köşkten kız kaçırma desen olcekti. Aaah ah tabi seyretme sen Aşkı Memnu'yu olacak budur.

E siz böyle rezaleti ortaya koyunca ben de etrafla ilgilendim. Bi kere gökyüzü (hele ki ısırılmış dolunay) muhteşemdi. Yatsı ezanı Allahtan ki perde arasınadenk geldi yoksa bi yıldırımla çarpılcektik sizin yüzünüzden. Oyun boyunca yatsı ezanını bekleme gerilimi sardı beni. Yıldız Camii'nin hoperlörü de maşallah yani. Ayrıca fermuarsız pantolon giyen bahçıvanınki de ne tarafa yatacağına karar versin kardeşim:)) Zaten bilete bakmadan kek gibi 1 akşam önce, o akşam zannederek gelmişim operaya da kös kös geri dönmüşüm :))

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Sörf yapmadan ölürsem...


Tatildeyken sörf yapma olanağım vardı ama kendimle savaştım durdum. Millet bakacak rezil olacağım diye. Bi de ya hocanın dediğini anlamazsam, yanlış yaparsam. Saçma geliyor di mi? Ama böyle. Her ne kadar milleti takmadığımı iddia etsem de spor konusunda çok kasarım. Gurur yapıyorum işte. Millet çatır çatır spor yapar ben "izlenmeyeceğim" sporları seçerim. Ama diğer yandan da sörf inanılmaz çekici geliyor bana. Bi de şu var: bazı sporlar ya da etkinlikleri izlemek yapmaktan daha zevkli olabiliyor. Belki sörf yapsam o kadar zevk almayacağım. Mesela rüzgar sörfünün değil de dalga sörfünün böyle olduğunu hissediyorum. Newage müzik eşliğinde okyanusun turkuaz dalgalarına eliyle değerek kayan sörfçüyü saatlerce bıkmadan izleyebilirim. Eğer yanımda yüreklendiren bi arkadaşım varsa sorun yok. Buz pateni yaparken çok eğlenmiştik bu yüzden. Ama bowlingte bile kasıyorum kendimi hala. En güzeli bisiklet, koşma, yüzme. Bireysel sporlara heves etmem, toplu sporlardan kaçınmam 5 sene beden derslerinden raporlu olmama dayanıyor. O süreç beni asosyal yaptı. Diğer yandan edebiyat ve resim yeteneğimi de aynı gerekçeye borçluyum. Ne ironik değil mi?

Tatilde harika sörf yapan bir çocuk vardı. Bu spor dalı zaten seksi, çocuk daha da yakışıklı ve karizmatik görünüyordu. Kara gözlüklerimin arkasından çocuğu izleyip durdum. Yanık ten, oturmuş kaslar, düşen sörf şortunun bitiş noktasındaki beyazlık, kasık çigileri, soğuktan dikleşmiş göğüs uçları, ıslak ve dağınık saçlar, dik ve dengeli duruş... Bir Yunan Tanrısı gibi göründü çocuk bana.

20 Temmuz 2010 Salı

Blogum mühürlenecek Sevgili Tamagoçiler

Lan bi Allaan kulu da merak etmez mi? Yuh! diyom. 15 gündür statcounter'ım sıfır çekmiş. Üstelik etiketlediğim konulardan kimse de kazara bloga düşmemiş. Statcountercılar gelip kaçak internet mi kullanıyosun mühürlerim bak blogunu diye gözdağı verip gittiler. Etmeyin ağalar dedim. Onlar okumasa da beni unutmazlar. Tatile gittim ya, nispet olsun diye girmemişlerdir bloguma dedim. Öyle mi yaptınız lan, itiraf edin! İnsan bi girer çiçek sular çıkar be. Bi Kamer Genç kadar olamadınız. Ben sizin için canımı dilime takıp röportajlar yapiim, antinkuntin-enteldantel yazılar giriim, siz yokluğumu fırsat bilip başka bloglara takılın...Yazınnnklar olsun size! Behlül ağlasın mezarınızda. (Ne gündem dışı espiriler bunlar yalebbim)


Neyse madem merak etmediniz, ben de eziyet olsun diye tatilimi anlatiim size. Cuma akşamı iznim başlamıştı ama yağmurlarla boyuma varan otları biçmek için önce yazlığıma gittim. Koca cumartesi biçe biçe 10 m2 yer biçtim. (Bu arada uçsuz bucaksız bi bahçesi olan yazlığım var onu da öğrendiniz tüh!) Sebep? Çim biçme makinem grev hakkını kullandı sıcaktan. E ben de bunaldığımdan bişii diyemedim garibime. Hatta grev götçüsü formasını giyip onunla eylem yaptım. Komşular dötüme ters ters bakınca bi yamuk olduğunu anladım. Meğer grev götçüsü diye bişii yokmuş. Grev gözcüsü olacakmış. Olan benim döte oldu.

Cumartesi gecesi Ataşehir Kamil Koç'tan biniceem. Yarım saat ortalığı kestim. Uykulu uykulu ne kadar kesilebilirse artık. Sonra kafayı vurup bi yattım, leş gibi uyumuşum. Leş gibi derken koktuğumu sanmayın. "Roller" nedir, parfüm nedir, banyo nedir biliriz herhalde. Bozcaada'ya giderken hep bi şehir yorgunluu oluyo üstümde.

Bozcaada, rüzgarlı ama bunaltmayan havası ile tadını damağımda bıraktı. Sabah ve akşam birer saat yürüdüm, 2 saat yüzdüm. Üzerine siz siz olun Bozcaada'dan sonra Bodrum'a gitmeyin. Bozcaada'dan sonra kıyas bile yapılmıyor. Bir kere daha kıraç. Begonvilsiz evler kutu kutu tepeleri katletmiş. Doğayla birleşmeyince insan yapısı hiç bir bina hoş görünmüyor. Ama bir parça yeşillik "anlam" katıyor.

Anam, deniz bulanık ve çok tuzlu. Çıkınca üstünüzde kurursa kaşındırıyo. Gerçi Akdeniz çok daha felaket. Akvaryum diye götürdükleri koyda dibi görünmüyor. Görünmesi de ayrı dert çünkü kum değil. Kayalar, taşlar, yosunlar... Adanın her yanı akvaryum be! Teee.... Neyse çok da övmiim de adayı kimse gitmesin. Nerde çokluk orada diare:))) (Bknz google)


Bi yandım bi yandım... Size yanmayan yerlerimi gösteriim isterseniz. Durun yaw kaçmayın. Yüzüğümü oynatacaktım sadece. Tatilde beni telefonsuz, mesajsız hatta kitapsız bırakmayan biricik B. Sultana teşekkür eder, yazıma son veririm. (İşler çok ve çalışmalıyım kahretsin)

2 Temmuz 2010 Cuma

Benden duymadınız(super 8)

Lost'un mimarı J. J. Abrams'ın yazdığı ve aynı zamanda yöneteceği, yapımcılığını ise Steven Spielberg'in yapacağı sır gibi saklanan Super 8 filmine ait ilk teaser Paramount Pictures tarafından yayınlandı. Çekimlerine sonbaharda başlanacak olmasına karşın trailer bir ay önce bağımsız olarak çekildi...
filmin fragmanı:
http://www.hayatafarklibakanlar.com/2010/05/j-j-abramsin-cok-gizli-film-projesi-super-8in-ilk-goruntuleri/
(ben işyerimde olduğumdan göremedim fragmanı umarım sakıncalı bi film çıkmaz)

ben yine 2 hafta kayboluyorum

buraya gidiyorum


İNSAN SARRAFI

-Selamün aleyküm usta!
-Aleyküm selam! dedi gözlüklerinin üstünden bakarak. Gelenlerin tonlamasıyla görünüşlerini eşleştirip, içindeki hassas terazide tartmaya çalışarak... "İnsan sarrafısın" demeleri hoşuna giderdi esnafların. İnsanları tanımaya çalışıp, işinin en iyisini yapmaya çalışırdı. ÖZSARRAF DEMİR VE HIRDAVAT tabelası boşuna değildi. Gelenler demirden bir saksı istiyorlardı. Öyle bir şey yapmamıştı ama ne dediklerini iyice dinledikten sonra yaptığı bir ferforje ayaklı çiçeklik örneğini gösterdi. Burun kıvırdılar. Onlar alt ve üst çemberin arasına daha sık demir istiyorlardı. Müdahele etmeleri sinirlendirdi onu. Daha çok demir gitmesine karşın şık olmayacağını düşündüğünden vazgeçirmeye çalışsa da onlar parayı düşünmemesi gerektiğini söylediler ve ne zamana yetiştireceği konusuna geçtiler. Ortaya çıkacak saksı estetik olmasa da en iyisini yapacağını belirterek, gidecek demiri ve minimum işçiliğini katarak hesabı söyledi ve itirazsızca parasını aldı. Giderlerken arkalarından biraz şüphe eder gibi olduysa da günlerdir kayda değer bir iş alamadığı için ilk kez her zaman yaptığı gibi müşterisini değil borcunu düşündü. Yarısını ya da tamamını iş bitince veririz gibi yollara sapmamış, iş bitince bahanelerle para kırmaya çalışan tiplerden değillerdi. Helal süt emmişlerdi demek. Çiçeğe, bahçelerine de önem veriyorlardı. İyi insanlardı, iyi...
.....

-Hasan usta!
-Hayırdır Kamil? dedi kaynağa devam ederken.
-Abi bu dükkan senin değil mi?
Sorunun saçmalığı karşısında başını kaldırmak zorunda kalan usta başını kaldırdığında komşusunun dörde katlanmış gazeteyi işaret ettiğini anladı ve gazeteye gözattı. O adamların geldiği gün dükkanın önünden çekilmiş fotoğrafta kendisi de açıkça görünüyordu.
-Abi, Halkalı saldırısındaki parça tesirli bombanın muhafazasını yapmışsın sen gazeteye göre, baksana.
Hasan usta gazeteye dalmış, haberi okumaya çalışırken televizyondan duyduğu 17 yaşındaki Buse'nin bu saldırı ile 4 uzman çavuşun öldürüldüğünü de okudu ve ağlamaya başladı. İlk defa şaşırmıştı insan sarrafı. Allah belamı versin, Allah belamı versin diyerek çöktü yere...