27 Ağustos 2010 Cuma

Defileye felan gittim yaneeee.(!)



Cicişlerim(!) dün akşam Arzu Kaprol Re-Fine 2011 Spring Summer Collection defilesine gittim sizin içieeaan. Kırmızı halılarda felan yürüdüeaam. Ay, Ebru Şallı'yla, pigme kocasıyla,Neşe Erberk'le aynı (leş gibi ter kokan) havayı soludum biliyo mısııaan? Ebru'nun çırpı bacaklarına, gadana Neşe'nin basenlerine bakıp yanımdakilerle kaynattıaaam. Ah rezalet, rezalet!


Ah cicişler sormayın, bu ne bozuk organizasyondur, IFW (bilmeyenler için tercüme ediim İstanbul Moda Haftası- Istanbul Fashion Week) kapsamında dün akşam defile vardı İTÜ (İTÜ'nün açılımını bilmeyen varsa sööliim ben de yeni öörendııım:P) Taşkışla Kampüsünde. Mekan seçimi iyiydi tabii. Havva adlı organizasyon şirketi fiyaskoydu. Kapasitenin % 50 fazlasına davetiye verilir mi cicişler siz söyleyin.


Neyse fiyasko önce yemek konusunda başladı. Ne yanık köftelerdir onlar öyle. Boş yer bulacağız diye oturduğumuz masadaki iki bayan fotoğraflarını çekmemi istedi. Kırmadım tabeee... Bunlar bizimle muhabbet kurdular hemen. Manken gibi olanı Canon EOS serisi makinasını gözüme sokar gibiydi. 3 gündür hiç bir defileyi kaçırmamış. Stilist olan arkadaşıma ne güzel dediler moda artık gençlerin elinde olmalı. Önceki tasarımcılar hakkında falaan konuştular. Gizia iyiydi, Atıl'ı çok beğenmedim, Boraks harikaydı zaten Londra'dan geldi dedi iyi olsun, dedi. (-Böyle diyordu kadın Bora Aksu'ya- hatta yanındaki mal anlamadı, yabancı mı dedi Burak demek istiyorsun herhalde dedi.) Hepsini almak istedim kıyafetlerııın dedi. Sema bu sene katılmayacak, arkadaşımdır, çocuğuyla ilgilenecekmiş, dedi. Arkadaşım da, yoo benim defileme çıkacak dedııı. Ay güyaa bize hava atacak. Baktık çok ilgililer bu işlerle. Pardon siz ne iş yapıyorsunuz diye sordu arkadaş. Iıııı, aaaaa, ben aslında çalışmıyorum, kocam bakan yardımcısı, buralara girmek kolay oluyor dedııı.

Neyse cicişler, bööle uzun koridorlardan geçtik, arka bahçeye geldik. Ortalık süper minili bacak kaynıyooooaa. Erkekleri anlatmıyorum çünkü % 90'ı gaydi. Gözlere kalem çekilmiş, saçlar janti, defile boyunca bi çift de şapur şupur öpüştü düşünebiliyo musunuuuaaaz?

Neyse bööeele kırmızı kadife kumaşlarla kaplı, klasik aynalarla süslü uzun bi koridordan geçmeyi başardık. Ay, siyah kumaşlarla kaplı iftar çadırı gibi bir yere girmez miyiz gire gire. Herkes mıçmıç. Arkalarda bi yer bulduk zor bela. Yandan Uğurkan Erez'i görüyorduk.

Neyse defile başladı, beyaz ve toprak renginin hakim olduğu defile Tuğçe Kazaz'la başladı. Ama hepsinin saçını şaşı kilise berberi kesmiş gibiydi. Kıyafetler transparan ve bele oturan modellerdi. Bazı mankenler yürürken işi abartmıştı. Omuzlarını düşüre düşüre yürüdü. Bazıları da asker gibi falan yaneee. 20 manken 2 kere elbise değiştirdı bitteee. 10 dakkalık gösteri için 2 saat eziyet çektik yaneeee....

Ay daral geldi kalabalıktan. Öptüm hepinizi.

Hamiş: Kolleksiyonu görmek için şurayı tıklayabilirsınız felan yaneeee....

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Sen eşeksen semer vuran çok olur


Düşündüm de ben eşeğim. Walla bak. Gocunmuyorum. Kendimi kullandırıyorum herkese. İşte de böyle, dostlukta da, evlilikte de... O yüzden bu laf beni anlatıyor.

Diğer yandan...

Meşhur bir sözü var anneannemin: "Eşeğe semeri ağır gelmez". Alıştım kullanılmaya. Kullanıla kullanıla, kullanmayı öğrenebilecek miyim? Bilmiyorum. Çoğu işimde karşı tarafa acıdığımdan katlanıyor, yardım ediyor, sorumluluğu üstleniyorum. Vicdan işte... "Acıma, acınacak hale gelirsin" diye de bir gerçek var. Sonum nasıl olacak bakalım:)) Ahan da size koca bi itiraf!

24 Ağustos 2010 Salı

Röportaj

Radikakl'de ELİF TÜRKÖLMEZ'in Banu Alkan'la yaptığı röportajı hayretle okudum:

“Banu Hanım, ben lobideyim” diyorum. “Tamam bebeğim, hemen iniyorum” dedikten 45 dakika sonra görünüyor. Ama zaten biliyorum, ‘Banu Alkan zamanı’nın kolumdaki saatin ‘tik tak’ından farklı işlediğini. Aksıyor, geri gidiyor, hatta durabiliyor. ‘Hemen’ 45 dakikaya, ‘ertesi gün’ bir hafta sonraya denk düşebiliyor. Daha önce onun zaman ve mekân algısıyla çakışamadığım için Bodrum’da buluşamamıştık mesela. En son telefon konuşmamızdaysa “Dişlerimi fırçalıyorum, bir saat sonra arar mısın?” demişti, bir saatin dünya zamanıyla neye tekabül ettiğini bilmeyen bir çocuk saflığıyla.
Yani, o tarafta zamanın başka aktığını, biraz da hoşuma giderek, bildiğimden lobiye kuruluyorum kitabımla, kahvemle. Üzerinde henüz kurumamış bir ojenin bıraktığı ince pembe çizgiler olan, önü çarpık iliklenmiş uzun kollu bir beyaz gömlek, bej renkli bir eşofman, pedikürü gelmiş geçmiş ayaklarını açıkta bırakan parmak arası terlikler, güneş gözlükleri, Chanel çanta, kumaşının ‘en yüksek kalite ipek’ olduğunu sonradan defalarca kez öğreneceğim dallı güllü bir şal ve arkasına saklanmış, arada korkak bir kaplumbağa gibi başını uzatıp çeken 10 yaşlarında bir çocukla, yeğeni Cengizhan’la, karşımda.
Mesafeli bir içtenlikle yaklaşıyor, havayı öpüyor. Sanki yedinci kattaki odasından değil de çok uzak yollardan gelmiş gibi yorgun, alnında boncuk boncuk terler. “Şurada bir soluklanalım mı?” diyor, asansörün yanındaki sandalyeleri göstererek. “Olur” diyorum ve Banu Alkan’la İstanbul’da kaldığı lüks otelin koridorlarına, odasına, barına, havuzuna, asansörüne, piyanosuna yayılacak maceramız başlıyor.Başını dizlerine koyan Cengizhan’ın saçlarını severken, bir yandan da önceki gece katıldığı Çarkıfelek’te ‘zekâsını nasıl konuşturduğunu’, canlı yayına gecikince üzerine nasıl da bir şeyler dolayıverdiğini anlatıyor. Zaten Banu Alkan artık giyinmiyor, kumaş sarıyor kendine. Sanki artık hiçbir elbise, pantolon ona göre değil, sadece kumaşlar iyi geliyor. Bir zamanlar ne kadar güzel, ne kadar incecik, ne kadar seksi olduğunu bir tek onlar anlıyor.

“Fikret Mualla tablolarını satıp lüks içinde yaşıyorum” dediniz olay oldu. Gerçekten tablo satarak mı geçiniyorsunuz?
Banu Alkan dünyada, ‘Dünyayı muhteşem yaşayan 100 kadın’ içine girer. Belki ‘Dünyada 100’ demek çok komik bir rakam, “Yapmayın Banu Hanım, Türkiye’de deseniz anlayacağız” diyebilirsiniz ama ben mütevazı olarak söylüyorum, Türkiye’de 100 kadın içine kesin girerim, dünyada da 10 bin kadın içine girerim. Ama belki 100’ün içine de girerim. Çünkü o kadar güzel bir hayat yaşadım Gürbüz Hanif sayesinde. Herhalde insanlar geçmişteki şaşaalı yaşantımı bildiği için beni kıskanıyor. Allah’ıma çok şükür ben hâlâ o şaşaalı hayatı yaşıyorum. Gelen parayı harcıyorum. Açıkçası bu. Yani tabii ki artık Gürbüz Hanif’in milyon dolarları yok ama hâlâ Paris’imdi, Bali Ada’mdı, Singapur’umdu, Mauritius’ümdü, Maldiv’imdi, Phuket Ada’mdı; bunları yine yapıyorum. O zaman günde 100 bin dolardı, şimdi 10 bin dolar.

Hepsini sattınız mı tabloların, var mı elinizde hâlâ?
Bende iki tane kaldı ama Gürbüz Bey’in çocuklarında da var o tablolardan, onlara da alıyordu. Yani anlamıyorum; insan birikimini, arsasını, altınını, pırlantasını, evini zaman zaman, lazım oldukça satar. Benim de böyle bir koleksiyonum vardı, sattım. Keşke Leonardo da Vinci’lerim de olsaydı da onları da satsaydım. (Kahkaha atıyor)

O zamanlar nasıl bir sanat ortamı vardı Paris’te? Siz de o ortamlara girip çıkıyordunuz herhalde...
Tabii ki. O zaman ben lady okuluna gittiğim için her hafta sonu gelirdi rahmetli eşim. Ve biz her hafta sonu, Gürbüz Bey’in bürokrat arkadaşlarıyla gezerdik. Fikret Mualla hayranları vardı içlerinde, Gürbüz Bey de öyleydi. Ben zaten 17 yaşında küçücük bir çocuktum, ne anlarım o zaman Fikret Mualla’dan. Ben güzel elbise peşindeyim, Chanel nerde, Dior nerde, onun derdindeyim. Ama eşimin sayesinde sanatı da öğrendim. O zamanlar Fikret Mualla ünlü değildi. Madam’a (Agnes) bir şişe şarap karşılığında beş tane tablo yaparmış. O an biz o resimleri alırken bu kadar bilineceğini tahmin etmezdik. Madam derdi ki eşime, “Mr. Hanif”, onlar soyadla söylüyor ya, “Bir şişe şaraba yaptırdım ben bunları, alın alın.” Üst üste yığmış, nasıl, çerçevesiz, görsen... Gürbüz Bey koleksiyon yapıyordu. Ben de onun sayesinde bulaştım sanata.

Bu sanat merakı devam etti mi sonra?
Benim için sanat gezmektir. Londra olsun, Paris olsun, çok dolaştım. Dört dünya turum var, 15 tane yarım dünya turum var. 150 tane de Avrupa’m var. Ben dünyalıyım diyorum. Dünyaya hayranım. Ama en çok ülkeme hayranım. Çünkü benim için Türkiye 3 bin antik kent bulunduruyor. Bu çok önemli, ben ülkemi çok seviyorum. Daha sonra Fransa’yı seviyorum. Sonra tüm dünyayı, tropikal adaları seviyorum. Paris bambaşka tabii.

Nesini seversiniz Paris’in, neler yaparsınız orada?
Ritz’de kalıyorum, Four Seasons’da kalıyorum. Ritz Oteli, Lady Diana’nın sevgilisinin oteli biliyorsunuz. Bilirler beni orada. Bilgisayara yazınca ‘Mrs. Alkan’ çıkar. Türk müdür var şimdi. Ona da buradan selam gönderiyorum. O da bir baksın, Banu Alkan kaç yıldır kalıyor orada. O da çok yakışıklı, kibar. İkiye katlamış otelin kazancını. Bu sene gittim Ritz’e ama kalmadım, yemek yedim sadece. Önümden geçti, resepsiyona doğru heyecanla bir hareket yaptı eliyle, çok yakışıklı.
Sizinle konuşmak istediğimi söylediğimde “Söyleşi vermiyorum ama Radikal gazetesi Banu Alkan zekâsını anlar, yapalım” demiştiniz. İnsanlara kendinizi anlatamama gibi bir durumunuz olduğunu düşünüyor musunuz?
Ben kendimi anlatamadığımı düşünmüyorum ama anlamayana da üzülmem. Neden üzülmem? Çünkü dünyayı bitirdim ve herkese tepeden bakıyorum açıkçası. Her ukala, her kendini beğenmiş, her kendini bir şey zannedenle uğraşamam. 10 bin dolarlık Hermes çantaları taşıyınca insan oldum zannedenler, her gün aptalca kıyafet değiştirenler var. Ne bulurlarsa yamıyorlar üzerlerine. Siren Ertan’a bakıyorum mesela. Biz kardeşimize alırdık Hermes ayakkabı, Londra’da okuturken. Yani, biz bunları aştık. Ama Türkiye’ye kalite kumaş öğrettiğimi itiraf ediyorum. Çünkü benim hayatım Roma, Milano, Paris’teki kumaşçılarda ve dünyaca ünlü butiklerde geçti. Daha çok hazır alırdım ama hazırlar çok pahalıydı. Ben de Chanel’in, Valentino’nun kumaş aldığı yerden kumaş alır, burada Nur Yerlitaş’a, Terzi Yıldırım’a diktirirdim.
Örnek aldığınız birileri oldu mu hiç?
Ben kimseyi taklit etmedim. Bir tek genç kızlığımda Raquel Welch vardı, vücudumuz bire bir tuttuğu için onun gibi dururdum, onu taklit ederdim. Bir de işte Elizabeth Taylor’un göğüs dekoltesi. Ama herkes beni taklit etti diyebilirim. En son Paris’e gitmeden evvel Ajda Pekkan’ı gördüm mesela, kendime bakıyorum sandım. Fırfırlı elbise giymiş, saçı da ‘kelküllü’ değildi, aa kendimi seyrediyorum zannettim. Halkta da görüyorum Banu Alkan etkisi. Bütün Türkiye uzun sarı saçlı. Zaten ben bu memlekete fazla geldiğimi düşünüyorum.

Şansınızı başka memleketlerde denemeyi düşünmediniz mi?
Düşünmez miyim? Beverly Hills’e gittim. Rahmetli eşim, “Türkiye’de rakibin yok” derdi. Öyle bir yüz, öyle bir vücut yok! Aldı beni Hollywood’a götürdü 93 yılında ama maalesef hastalığını öğrendik ve altı ay içinde de kaybettik. Beverly Wilshire Oteli’nde kalıyorum, yerleştim. Okuldan kalma bir İngilizce vardı, onu ilerletmeye başladım filmlerde aksan sorunu olmasın diye. Ama maalesef kaybettik eşimi. Ondan sonra da zaten bir yıl ağladım. Yani bana göre dünya, çok önemli bir yüz ve vücudu, bir starı kaybetti. Bakma şimdi kilo aldık, yaşlandık ama benim yüz çizgilerim ve vücut çizgilerim dünyada çok nadir kadında var. Bunda da iddialıyım. Ama artık evdeyim, sakin bir hayatım var.

Neler yaparsınız evde? Kitap falan okur musunuz?
Çok okuyorum ama nereye gitsek binlerce kitap artık. Geçen gün havaalanında dedim ki, oradaki büfeye, “Siz de mi bu kadar doldurdunuz, sağımız solumuz kitap!” Dergi alırdık eskiden, şimdi kitap! Nereye gitseniz kitap, hangi birini okuyacaksınız. What is this ya, bu ne ya? Aslında hayat kitabı okuyorum deyip geçeceksin. Orhan Pamuk anlatıyor ama neyi anlatıyor? Kendine göre mi anlatıyor, zirveye çıkmak için mi anlatıyor? Ne için, neyle beynimizi dolduralım? En güzeli dünyayı kendimiz gözlemleyelim. Allah beyin vermiş, göz vermiş, bitti kardeşim.

Yazıyormuşsunuz ama galiba...
Hayatımı yazıyorum. Uzun zamandır yazıyorum. Sonra hayatımı filme alacağım. Bir de Banu Alkan müzesi açacağım, Antalya’da. Bugünlerde neler yapıyorsunuz, yeni projeniz falan var mı?Ben artık dünyayı o kadar aştım ki, lüksün en büyüğünü gördüm. Lüks, şampanyanın en iyisini içmek, duck’ın yani ördeğin en iyi patesini yemek, havyarın en iyisini yemektir. Banu Alkan artık büyüdü, geçiyor gibi duruyor ama bana göre büyüdü. Bomba gibi bir albümle geliyorum. Her şey bitti, sadece okumalar kaldı.

‘Tante Banu’nun odasında geçmişe yolculuk...Banu Alkan üzerini değiştirmek için bir ara odasına çıkıyor. Ben de elinde Çarkıfelek’ten aldıkları para dolu zarfı sıkıca tutup bana ters ters bakan Cengizhan’la baş başa kalıyorum. Çocuk Almanya’da yaşıyor, Türkçe’yi çok az biliyor, bildiğini de konuşmuyor. Banu halasının gömleğini çekiştirip, ‘Tante Banu’ deyip duruyor. Ne bir asistan, ne bir arkadaş; Banu Alkan, Altınoluk’tan çıkıp 10 yaşında bir çocukla gelmiş İstanbul’a. Bir an çok hoşuma gidiyor, güzel ‘tante’sine hayran Cengizhan’ın bizimle oturup Banu Hanım’ın deyişiyle ‘ekspresso’ içmesi. Konuştuklarımızı anlamaya çalışması, arada sıkılıp havuza gitmesi. Ama baş başa kalınca işler değişiyor. Çocuk yerinde durmuyor, Banu Alkan gelmiyor da gelmiyor. Mecbur, Cengizhan’ın odaya servis edilmesi gerekiyor. Telefonla konuşarak açıyor kapıyı. Duştan çıkmış, üzerinde beyaz bir havlu, bu sefer gözlüksüz ve saçlarını yandan ayırmış. Sanki 25 yaşındaki haline dönmüş; ‘Nikâh Masası’ndaki, ‘Afrodit’teki, ‘Kızgın Güneş’teki haline... Yanında gençlik fotoğraflarını taşıyor, ille de onları basmamızı istiyor, fotoğraf çektirmekten kaçınıyor. “Baksana şunlara, ne güzel” diyor. “Bunları koy, saçımın boyası geldi, yüzüm şiş, yorgunum, iyi görünmüyorum.” Oysa bence gerçekten güzel, hâlâ etkileyici. Odanın dağınıklığına dalmışken ben, sevinçle yanıma geliyor, “Biz aşağıdayken hep aramışlar” deyip telefonu gösteriyor ve tekrarlıyor, “Hep aramışlar, hep aramışlar...”

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Güzel bir haftasonu


Güzeldi çünkü hava serindi.
Güzeldi çünkü doğayla içiçeydim.

Uzun zamandır ihmal ettiğim çimler tohuma kalkmış, içindeki yabani otlar adam boyunu aşmıştı. Güneşte bıraktığım hamağın ipleri kopup yere düştüğümden, çimleri biçmekten başka yol kalmamıştı.
Önce 9 yaşındaki yeğen atladı ben yapayım diye. Kırmadım çocuğu, biraz sonra sıkılacağından emindim zaten. Sonra sıra bana geldi. İlerledikçe minik çekirgeler, balabanlar, göbeğinde yavrularını taşıyan renkli örümcekler, peygamber develeri kaçışıyor, onların kaçmasını bekliyordum. Microcosmos'un etkileyici sahneleri vardı aklımda.
Peygamber devesi göstermenin güzel olacağını düşündüm yeğene. Makineyi durdurdum. Birlikte inceledik. Oldukça büyük 2 tane gördüm: biri yeşil biri ot sarısıydı. Bu onların kamuflaj yeteneğinden kaynaklanıyordu. Sizin için wikipedia'yı karıştırdım:
"Kamufle olmak için üzerinde yaşadıkları bitkinin rengini alırlar. Yerde dolaşmaktan çok bitkiler arasında bulunmayı yeğlerler. Bir peygamber devesi yeşil ya da kurumuş bir yaprağa, ince bir dala, bir likene, parlak renkli bir çiçeğe ya da karıncaya benzer bir görünümde olabilir.Bu kamuflaj peygamber devesini düşmanlarından gizlemenin yanı sıra avına sezdirmeden yaklaşmaya ya da kurbanını hareketsiz bir biçimde bekleyerek tuzağa düşürmeye yarar."
ve sıkı durun:
"Peygamberdevesi kendinden küçük böceklerle (karınca, hamam böceği, sinek ...) beslenir. Ayrıca, yamyamlık vardır ve özellikle çiftleşme sırasında dişiler erkekleri yiyebilir."


Vücut yapıları ve boylarına göre, bir jetten daha hızlı uçan ve bir uzay mekiğinden daha seri olan sinek kuşları köşeye sıkıştırdıkları sandıkları peygamber devesi böceğine yem oldular. İşte inanılmaz görüntüler...
http://video.habervitrini.com/video.asp?vid=3563

20 Ağustos 2010 Cuma

Plazapeople Toplantıları ve dünkü sunumum


Toplantılar, plazapeople'ın vazgeçilmezlerindendir. Herkes en az bir bloknot olmak üzere, dosya alıp, toplantı odasına gider homurdanarak. Kimse sevmez aslında da sever görünür. Asansörde geyikler yapılır, senin dosyan çokmuş, seninki azmış, maçı izledin mi gibi alakasız sorular toplantı odasından içeri girilince şak diye kesilir. İçeride sizden önce girmiş bir GM veya GMY vardır. Girenlere kafasına göre takılır, belli bi üslup çerçevesinde şakaya karşılık verilir. Eğer konu gündemdeki bir haber, magazin veya maçsa atlayanı boldur. O zaman toplantı da güzel geçer. Eğer GMY'ler veya müdürler arasında bariz bir rekabet varsa ortam gerilir ya da laf çakmalarla daha lezzetli hale gelir.


Toplantı masası oldukça büyüktür öyle ki üzerinde 20-30 kişilik grup seks fantezisi gerçekleşse bana mısın demez. Ortadaki deliklerden çıkan prizlere laptopunuzu takarsanız sizden havalısı yoktur. Masanın ortasında ucubik bir gondol, çiçek ya da nesne vardır.


GM ve GMY'lerin acaip asortik dolmakalemleri olur onunla oynar. İmzalarını uzattıkça uzatır onunla. Diğerleri ise kağıda bir şeyler karalar, karşıdakini süzer, yanındakiyle fısırdaşır, ya da uyumamak veya esnememek için elini başına koyar. Bir de yanında bir şey getirmeden gelmiş, ellerini bağlayıp arkasına yaslanmış kasıntı GMY'ler olur. Bunlar pek kasıntıdır. Sanki masanın sahibi bunlardır.


Toplantıların bi espiriyumağı vardır. Onun ya ağzına bakılır ya da gıcık kapılır. Her toplantıda bir de kim olduğu bilinse de toplantıya niye katıldığı bilinmeyen kişiler olur. Bunlar not da tutarlar. Kendi de isteksizdir ama oradayken espirilere bile gülmeden not alırlar. Tuttukları nottan kıl kaparsınız.


Toplantıların güzel kısmı kurupasta, börek,çörek ve Allahneverdiyse kısmıdır. Kendi katınızda içemediğiniz güzellikte çayları, kahveleri içersiniz. Zaten içmezseniz uykunuz gelir. Bu börek-çöreklerin de lezzetlisini kapmak için görünmez bir savaş vardır. Ama aynı zamanda görmemişliğinizi dizginlemek zorundasınızdır.


Toplantı odasının kliması ise katılanlardan illa birine dokunur. Ter içinde kalır, içinizden küfredersiniz. Toplantıdan kopmamak için çile çekersiniz. Toplantıyı dinliyor görünmek önemlidir. Zaten her an top size dönebilir. Başarılı bir plazapeople hayvancığı kendisine yönelen şutu göğsünde yumuşatıp, başkasına pas edebilmelidir. Bunun için pratik zeka, sağlıklı tahmin, doğru gözlem gerekir. Yani o konuda zerre kadar bilginiz olmasa da tahminle ve konuyu başka tarafa çekmeyle işten sıyrılır, puan toplarsınız. Bunun için ise tecrübe gerekir. Eğer bu konuda hayran olduğunuz bir müdür filan varsa toplantıdan çıkınca onun savunduğu noktayı soruşturun, o an attığını anlarsınız.


*******************


Akşama kadar bana sıra gelecek mi 6 deyince toplantıyı bitirip, "yarın devam edelim" denecek mi diye diken üstünde durdum. Çünkü toplantı odasından inen bir "ohoo! bugüne hayatta bitmez. yarına kaldınız" diyordu. İş uzadıkça, belirsizlikler arttıkça hafiften gerildim. Elimdeki dosyaları tekrar gözden geçirdim. Sınav sabahı çalışan, çalıştıkça kafası daha da karışanlara döndüm. Sonra dedim: "bir an önce çıkayım, yol yordam öğreneyim." Hem heyecanım yatışır.


Önce odaya bi girdim, kalabalık benden öncekinin sunumunu dinliyor. Uzun masa gözümde uzadıkça uzadı, insanlar kalabalıklaştıkça kalabalıklaştı. Kafalar bana çevrildi. Genel müdür uzun toplantı masasının başından bana baktı. "Hoşgeldin Krem. Hayırlı olsun." dedi. "Sağolun" dedim. Adımı bilmesi normal, çünkü buraya gelmemi o istedi. Yine de gündemi bırakıp benle ilgilenmesinden gururum okşandı. Ama kalbim çarptı ne yalan söyleyeyim. Ne kasıyorsun işte değil mi? Ama işte Hindistan dışında kast sistemi, bir tek finans sektöründe var. Senin üstünün iki üstüne çıktığın anda eberek-güberek olursun. Dosyalarımı dizdim hafiften tekrar okuyorum. Karıştırmaya başladığımı düşünüp daha da gerildim. Bir haftadır beni bu bölüme getirmeye ikna etmek için görüştüğüm GMY ile gözgöze geldik. Dostça gülümseyip yatıştırdı.


Arkadaşın anlattığı dosyaları yana koymasını izledim. Daha çok vardı. Israrla dosyalarıma bir daha baktım. O sırada tartışılan bir dosyayı dinlemiyordum elbette kendimle bu kadar ilgiliyken. Birden adımın geçtiğini duydum. "Krem o firmayı bilir, ona soralım" dedi GMY. "Kimdi o firma?" Mal gibi kaldım mı? Neyse ki dosyayı anlatan ismini o an söyleyiverdi. "Haa evet!" dedim gülümseyerek, sanki ben söylemişim gibi. GMY de benim ön plana çıkıp puan toplamamı istedi bi yandan, yazık. Demek bir yandan konuşulanları dinlemekte fayda varmış.


Sonra iş bir ara geyiğe sardı. Bodrum'un neresi güzel neresi değil derken gevşedim. Üst düzey arasında temiz deniz tartışması yaptı. Bizler seyrettik. Yine işe döndüler. Arkadaş bitirdi işini. Sıra bana geldi, oturdum GM'ün yanına. Aslanlar gibi anlattım. Derken GM birden dosyada genel bir konuya taktı. İş yine geyiğe sardı. Ben hepten gevşedim. Kalktım yanından. Yerime geçtim. Baktım beni ikna etmek içen GMY "iyiydin" gibisinden göz kırptı. Heyyooooo! "Oldu bu iş dedim" kendi kendime. Ama dışarı çıktığımda ellerimin buz gibi olduğunu gördüm. Ne kadar rahatım desem de gizli stres varmış.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Fengşui



Lan ne yazacağımı da bilmiyorum girdim öyle mal gibi. Hah! Dün arkadaşımla konuştum -fengşui kurslarına gitmişliği de vardır- ilk sorusu:


-Işık alıyor mu masan?


-Karşında yeşillik var mı? oldu.


-Sen balık burcusun bunlar önemli dedi. Düşündüm de haklı. Hatta deniz olsa daha iyi olur. Beyaz ağırlıklı bi çiçek geldi eski arkadaşlardan. Diğerleri kuru kuru kutladı öküzler:) Lan bari TED'ne bağış yapın di mi?


Dün atıp tuttum ya plazapeople hakkında, aslında ben de dik alasıyım. Ama bilinçliyim ben olum. Nası gözlemlemişim ama? İlk günler daha eleştirel bakıyorsun zaten. Sonra kaynayıp gidiyorsun onlara. Onlar deyip ne ötekileştireceğim, hepimiz hayvanız sonuçta:))


Oruç oruç bi yerlere gitmiyorum. Mal mal oturuyorum akşama kadar. Dün arkadaş bi korkuttu: Böyle gidersem kilo alırmışım. Haklı walla olmucak şey diil. İstemiyorum göt-göbek olmak. Hala fit olup milletten güzel laflar duymak varken... Daha bi çok jöle sürüyorum. Ter önleyici Roller tır gibi geçiyor üstümden. Lacilere ve siyahlara bürünüp kara gözlüklerimi taktım. Takıcaam tabi. Kompleks yapsam daha mı iyi?


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Plazapeople Hayvanı


Tebdili Mekanda Ferahlık Vardır

Mekan değiştirdim ve 4 yıl önceki yerime döndüm. İşin özü bu. Vakti pek kıymetli olanlar bu cümleyi okuyup işine dönsün. Vakti bol olanlar dikkatle okusun, plazapeoplecıkları tanıtıp, sonunda sınav yapıcaam. Vakti makul olanlar koyu renk cümleleri okusun.


Pek bişii değişmemiş. Bazı odaları yıkıp genişletmişler sadece. Zaten bu duvar yıkıp, paravan koymaca işlerini pek sever inşaat-emlak bölümü. Çalışırken bir bakarsınız ölçü alıyorlar. Ne yapacakları konusunda geyikler yarım gün sürer. Ne diyordum? Duvarları yıkınca ortalık genişlemiş ama işten onca çıkan kişiden sonra boş masalar artmış. Sıcak karşılandım ne yalan söyleyeyim. Tanıdık olmasalar da seslerine aşinayım. Gerçi kırmızı halı yoktu bak, ama yüzlerine vurmadım ayıplarını. Onlar utansın! Gelirken isteksizdim ya sevdim yeni yerimi. Zaten insan alışan hayvandır. Aynı bölüm olmamasına karşın, aynı masaya denk geldim. Vardır hakkında hayırlısı dedim. Masayla bitmiyor tabi iş, telefondu, sistemdi, bilgisayardı, zarrtı zurttu hazır olmadığından 2 gün bunları takip etmen gerekir. Neyse ki böyle durumlarda melek yüzlü biri sana telefon, hesap makinesi, zımba bulur. O an ona sarılıp uzun uzun öpmek istersin ama yakışmaz. Maillerime ulaşamadın uzunca bir süre. Abi meğer zaman geçmiyormuş mail olmayınca:)) Dediler ki eski database'in geç taşınır. Ama faydası olsun diye gereksiz maillerini sil. İnternet üzerinden mailime ulaşıp 5 saat mail sildim. Ne çok gereksiz mail saklamışım. İyi oldu temizlik.


Sun sun b.ktur işin!

Yaptığım iş, daha önce yaptığım işle bağlantılı olduğundan ilginç geldi. Ama yarın bu işin sunum kısmı var. Bakalım ne halt yiyceem. Boru diil, koskoca GM, GMY'ler ve 15 kişi önünden konuşacağım. Eberek güberek yapmak da var, ters köşeye yatıran sorular karşısında. Ama bu işi yapamayacağımı düşünenleri de utandırmak istemiyor değilim.


4 sene önceki arkadaşlarımın % 90'ı gitmiş. Gitmiş derken çoğu çıkarılmış tabii krizde. Gidenlere acıyacak halim yok. Benden iyi yerlere kapak atmışlar zaten. Beter olsunlar(!).Yeni yüzler, genç insanlar... Ama yarı mutsuzlar. Küçük şakalarla ikişerli üçerli fısırdaşıp gülüşüyorlar arada bir. Beyaz gömlekler, bordo kravatlar, hafif göbekler, kalite parfümler... Bir sessizlik ki sormayın. Telefonların sesi kısılmış. Üstelik başkasının telefonunu çeken de yok. 4 yıldır çalıştığım gürültülü yerden sonra oldukça yadırgadım. Unutmuşum bunları. Unuttuğum diğer konu da bu "+" şeklindeki masalarda herkesin birbirinin özel telefonlarına tanık olması. Hayır duymak sorun değil de işin yoksa oturup duyduğun bölük pörçük kelimelere senaryo yaz:))) Her plazapeople hayvanı dakkada 3 konuşma duyup, 3 alternetif senaryo yazma yeteneği sahiptir. Bu senaryolar geviş esnasında diğer girdilerle birleştirilip dedikodu olarak ortaya bırkılır. Bu hayvanların tek faydası da budur. Böylece işyerinde kim aldatıyor, kimin borcu var, kim ne giyiyor ortaya çıkar.


Plazapeople

Plazapeople hayvanı, sessiz konuşur işyerinde, işten çıkınca azarlar, bilmeyenlere öğreteyim. Yemekhane varsa arı kovanı gibidir. Koridolarda karşılıklı süzüşmeler, yakın mekanlara keşifler, sigara içenlere yarenlik etmek için kapı önünde geyikler filan... Asansörlerde tekrar susulur. Kızlar her katta ineni askere gidermişçesine öperek uğurlarlar. Dolaplar tıka basa dosya doludur. Ama aralarda bazı dolapları kazara açsanız kızların parmakarası terliklerini bile bulabilirsiniz. Çay ocaklarından çay almak bir saat sürer ne hikmetse. Tuvaletler eğer küçükse, -hele bir de üstlerinizle ortak kullanıyorsanız- hacetinizi sessizce halledersiniz. Aynada ya da işerken gözgöze gelip naber dersiniz? Genelde bu soruya detaylı cevap verilmez "nolsun, işiyorum" diye filan:))


Plaza insanlarını yaşatmak için temel unsur klimadır. Klimasız bir plazapeople hayvanını bir saat yaşatamazsın. Bunlara yemek ver, yemekhane yap, yemeklere, yağına bin türlü kulp bulurlar. Yemek fişi var çevredeki yerler pahalı derler, ne yiyeceklerini bilemezler. Bir türlü memnun edemezsin bunları. Plazapeople'ın dişileri genelde otoparkın duvarlarını arabanın rengine uydurmak konusunda ısrarcıdır. Fotokopibaşı sohpetlerini pek severler. Saç ve ayakkabı kelimesi geçmeyen cümlelerden uzak dururlarken kilo kelimesi geçen cümlelerden pek bi hoşlanırlar. Erkekleri ise avcıdır, frikik koştururlar. Yüksek yerlere yuva kurdukları halde alışırken genelde gün boyu arkalarını denize, ormana, güzel manzaraya arkalarını dönerler. Hatta masalarının paravanlarına doğa resmi yapıştırırlar. Bu hayvanlara gelen ziyaretçilerin ilk söylediği laf: "negdan güzel biyerde çalışıyorsunuz" cümle öbeğidir. Bu yanılsamayı farkettiklerinde bu hayvanların gerçekten mal yani hayvan olduklarını içlerinden geçirmeleridir.


Plazapeople hakkında sınav

1-Bu hayvanların kökeni nedir?

2-Bu hayvanların beslenme biçimini maddeler halinde yazınız.

Ne var? Okuduğunuz yerden soracağımı mı sandınız?

13 Ağustos 2010 Cuma

Tamagoşiler

Tayinim çıktı. Artık bloga girmem de zor. Naapıcaam bakalım:((((( Öptüm hepinizi.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Müjde Ar-Fahriye Abla-Vildan Atasever-Selin Demiratar


Dün Müjde Ar'la ilgili şu haberi okudum da aklıma geldi.

Müjde Ar'ın sembolize ettiği karakter, 2 boyutlu Mini Mouse'un 3 boyuta kavuşması ya da Pinokyo'nun canlanması gibidir.

Türkan-Filiz-Fatma-Hülya'lı yıllarda en cüretkarları Fatma Girik olmasına karşın, mesaj kaygılı bu filmlerde sosyal içerik, senaryo ve Fatma Girik'in sahte kır saçlarına kurban gitmiştir. Fatma Girik olsun olsun hapisten çıkıp kocasının veya çocuklarının intikamını almak için feodal sistem içindeki odaktan gözü yaşlarla hesap sorar.

Müjde'nin Babacan'la Yeşilçama ayak bastığı 1975'den 1977'ye kadar rol aldığı filmlerde henüz gelecekteki misyonu için kefeni biçilmemiştir. Bu şarkılı filmler dönemindeki tek kârı Ertem Eğilmez gibi bir ustayla tanışmasıdır.

Gelecekte yapacaklarının sinyallerini TRT'de defalarca "ibret olsun diye" gösterilen Kızını Dövmeyen Dizini Döver'dir". Fotomodel olduğu için sevdiği erkeğin babası tarafından "namussuzlukla" suçlanan Sevil, filmin sonlarına doğru "namusun" aslında nerede olduğunu gösterecek yürekliliği gösterir. Bu başkaldırıştan sonraki filmlerde senaryolar adeta onun için yazılmıştır.

Asıl verimli çağını ise 1984-1985 yıllarında çektiği filmlerle yaşar. Bu filmler arasında biri vardır ki, bundan sonra çekeceği tüm filmlerdeki karakterlerin özeti gibidir. Düşünün ki, dillere persenk olmuş romantik bir şiir vardır ortada : Fahriye Abla. Romantik ve nostaljik bir öyküyü anlatan şiiri, Müjde Ar'ın üzerine göre diken Ertem Eğilmez'in sağ kolu Yavuz Tuğrul, kadınlığın/insanlığın tüm hallerini bu karakterin içine yükleyerek çok katmanlı bir film senaryosu ortaya çıkarır.

Ağzı bozuk, dekolte filan giyen ama daha çocuk saflığını yitirmemiş olan kız, mahallenin yakışıklı marangozuna gönlünü kaptırmış, hamile kalmış, mahallenin namus baskısı altında kurtuluşu Mustafa'yı yaralamakta bulup hapse girer. İşte o andan itibaren 1960'lardan beri sinema salonlarına gidip mendil ıslatan kadınlara bir ışık yakar. Hapisten çıkan Sevil bambaşka biridir. Artık erkeklerin dünyasında "erkek yüreği" ile varolan bir kadın vardır. Bu kadın sansüre rağmen sahneye ayak basan cüretkar Afife Jale'dir, "bu işte bir yanlışlık var, hepiniz yanlışsınız, doğru benim" diye yırtınan Belinda'dır, dul bir kadın olmasına karşın biseksüel ve çocuklu bir yaşam sürdürebilen Suna'dır, asıl fahişelerin çevresindekiler olduğunu haykıran Benli Meryem'dir.

Aynı yıllarda çekilen filmlerde de Hale Soygazi, "Bir Yudum Sevgi" ile, Zuhal Olcay "Amansız Yol", "Dünden Sonra yarından Önce Bugün" ile, 8 sene sonra Meral Oğuz ve Lale Mansur "Düş Gezginleri" ile "Kadının Adı Yok" ile sesini duyurur. Günümüzde ise bu misyonu sanki Vildan Atasever'e yüklediler.

Haa, gerçeği sonradan gören Hülya Koçyiğit'in Kurbağalar, Türkan Şoray'ın On Kadın filmi kendilerini aştığı filmlerdir.

Not: Fahriye Abla'yı da dizi yapıyorlarmış, Müjde Ar'a benzeyen Selin Demiratar ile anlaşmışlar bu arada.
http://www.haberler.com/fahriye-abla-dizisi-kanalini-buldu-2164778-haberi/

10 Ağustos 2010 Salı

Farmville'de kabak yetiştirenlerden özür dilerim

Çevremde GTA oynayan yeğenler var. GTA'nın yasaklanmasına karşılar. GTA'nın gizli tehlikesi insan öldürmenin meşrulaştırması, silaha yatkınlık ve yıkıcı öfkenin kışkırtılması. Silah kullanımının yaygınlaşması bu düşünsel yatkınlıkla 10-20 yıl sonra nereye varacak acaba? İnternet salonları küfürlü sözlerle GTA ve Counter oynayan 10-25 yaş arası gençlerle kaynıyor.

Dünkü gazete başlıkları arasında maganda damadın, kendi düğününde ateş ederek babasını, halalarını öldürüp, 8 kişiyi yaralamasını okumuşsunuzdur. Bilmeyenler için hatırlatalım:

"Çiftin otomobilden inişi sırasında, damadın kuzeni, 25 yaşındaki Turgay Altın evden getirdiği Kalaşnikof tüfeği damada verdi.

Damat Tevfik Altın, Kalaşnikof ile havaya ateş etmeye çalıştı. Altın, elindeki tüfeğin kontrolünü kaybedince kurşunlar çevresinde bulunanlara isabet etti.

Düğün yerinin bir anda can pazarına döndüğü olayda, damadın babası Arif Altın olay yerinde, halası Münire Köseoğlu hastaneye kaldırılırken öldü."

Şimdi olayı kişiselleştirmeyelim, damada oh olsun demek ölenlere saygısızlık ama, bilgi çağında bunların yaşanması üzücü. Farmville'de sebze yetiştirip bana hediye eden ulu feysbuk şahıslarına kızmıyorum artık. Sanal sebzeleriniz öldürmüyor. Farmville zamanınızı ve sizi öldürüyor. Biz bu oyunlarla uyutulurken, Grand bir "Age Thieft" yaşanıyor. Bu oyunların unutturduğu insanlığımızı, duyarsızlığımızı, edebiyatla, sanatla, Suç ve Ceza'yla, hatırlayabilmek dileğimdir.

Tatil Kitapları-Yitik Ülke Yayınları

Bozcaada'ya giderken gemide, otobüste insanların elinde Bozcaada Öyküleri kitabını görüyorum. İki üç satır okuyup uzaktan gördükleri boz tepelere dalıyorlar. Bu, bir yörenin tarihçesini okumaktan başka bir şey. Bu, bütünleşme isteği. Edebiyatın merakı körüklemesi, bir öykünün peşinden gitmesi güzel bir şey. Balantine'ın Mercan Adası'nı okuyup denizaşırı ülkelere atılma heveslerim geliyor küçüklüğümdeki.

Öykünün kendi kurgusal gerçekliğinden yarattığı imajı, mekanın gerçek görüntüsü ile cilalamak bambaşka bir bileşime götürüyor bizi. Bozcaada Öyküleri, Olimpos Öyküleri(Basılıyor), Kelebekler Vadisi Öyküleri(Öyküleri belirlendi) Türk Edebiyatında plaza insanlarının yarattığı bir açlığa hitap ediyor. Okuyan insanlar, alternatif tatil yörelerine gitmek, gittiklerinde de o büyülü atmosferi edebiyatla duyumsamak istiyor artık. Geçmişin rakamlara bağlanmış kuru tarihçesi tatmin etmiyor. Yitik Ülke, bu boşluğu dolduruyor işte. İnsanların maceracı yanına, çocuksu yanına hitap ediyor.

Kabızlar İçin Blog İsmi Önerileri

Bazen aklıma blog isimleri geliyor alakasız yerlerde. Not etmiyorum ama şöyle bi blog açsam mı diye düşünmüyor değilim. Ortalık yere kedi eniği gibi doğuruyorum ahan da! Dileyen alıp kullansın ama bi teşekkür etsin, eteğimi öpsün, ayağımı yıkasın. Neyse abartmayalım.

CUKKA GÜNLÜK(Blogtan para kazanmayı hedefleyenler için)

PRİMADONANIN DONU (Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek isteyenler için)

SAÇMAN ÇORMAN (Kafasına göre takılmak isteyenler için)

PERUKLU ALAKA (Konudan konuya atlayanlar için postmodern blog adı)

EMO EVLAT MALZEME OFİSİ (Emocular için, hatta Emocu babası da yazabilir)

KUSUNÇ ABİ (İçinden ne gelirse yazası gelenler için)

BLOG BLOG YUMURTA SAKIN BENİ UNUTMA (Uzun ama anlamlı)

BLOGGERINA BANDIM(Bandıra bandıra yemek isteyenler için)

GÜNDELİKÇİNİN GÜNLÜĞÜ (Aylıkçının günlüğü olsa unutur aydan aya ne yazacağını di mi ama?)

GAYSBERG (Gizli eşcinseller için önerilir)

BİSEKSÜEL-ÜL BEHLÜL (Yakışıklı biseksüeller için günah çıkarma platformu)

BİHTERLİ TERLİ (SU İÇTİM DİLİM YANDI şeklinde de devam edebilir)

BLO BLO BU BLOGU BULAN ADAM (Başka blog adı bulamayanlar için yangında son kurtarılacak)

AYILANA AYI, BAYILANA DAYI (Bear vatandaşlarım için şeettim)

LEONARDODİDOODİİDODİİ (Krize girmiş babyface gayler için el değmeden tasarlanmıştır)

Bİ ARKADAŞA ÇAKIP ÇIKICAM (İçinizdekileri rahatça höyküreceğiniz blog)

BAŞÇAVUŞUN EŞŞEĞİ (Okunmamayı şeyine bile takmayan habire yazan elemanlar için)

MAÇA İSTANBULDA YAŞAYAN KUPA KIZI (Peki biraz King'in blogundan aşırma oldu itiraf ediyorum)

5 Ağustos 2010 Perşembe

Kurşun Ata Ata Biter

Osman Şahin'in öykülerine başladım. Ne yalan söyleyeyim tanımazdım kendisini. Yaşar Kemal'in ekolünden. Bir sürü öyküsü filme alınmış: Derman, Sürü, Su, Tomruk, Kibar Feyzo, Kurşun Ata Ata Biter, Gülüşan, İpekçe... Sayısız öykü ödülü almış. Doğu'nun zengin dilini ustalıkla konuşuyor. Çok akıcı. Kelime dağarcığı öyle müthiş ki, yöresel kelimeleri bile ayrı bir güzellikle kullanmış. Mesela kıtlığı şöyle anlatır:

"Biz oralarda sıçmayı unutmuştuk Hakim Beğ. Yiyeceğimiz yoktu ki bokumuz beslene. Acımızdan oklavayı yalar olduk. Eskiden birimizin taşıdığı canla, üçümüz, dördümüz geçinir olduk."

Bu arada dün 3 ayrı öykü yazdım ve bir kitapta yayınlanmak üzere yayınevine gönderdim. İnşallah yayımlanmaya değer bulunur. Yeni bir öyküye başladım. Tasarım aşamasında.

Çok çok sevdiğim bir arkadaşım geliyor İstanbul'a. Yaşasın!

3 Ağustos 2010 Salı

FLAŞ! sıcak havalarda rahat uyumanın yolları

Hizmette sınır yoktur sayın seyirciler! Newsweek Türkiye Dergisi’nin son sayısında sıcak havalarda rahat uyumanın yolları anlatıldı:

Buzlu çarşaf: Nevresim takımlarını derin dondurucuda bekletin ve yatmadan önce serin. 

Stresten kaçın: Spor yapın (ama yatmadan iki saat önce değil). Dengeli beslenin. Sigarayı bırakın. Çay ve kahveyi azaltın.
 
Gürültü: Sokak gürültüsünü engellemek, sesli cihazları yatak odasından çıkarmak, çare olabilir.
 
Işık ve elektrikli cihazlar: Yatmadan hepsini kapatın, perdeleri çekin. Işık uykuya mani olur. Elektronik cihazlar, hatta gece lambası dahi sıcaklığı arttırır.
 
Küçük yatak: Uzmanlara göre yatak en az 180x240 cm boyutlarında olmalı.
 
Alkollü içkiler: Yatmaya yakın alkollü içkiden kaçının.
 
Yalıtım yaptırın: Isı yalıtımlı mekanlar kışın sıcak, yazınsa serin olur. Yalıtımla soğutma cihazlarının harcadığı enerji de yüzde 50 azalıyor.
 
Klima edinin: Uygun büyüklük ve güçte klima satın alın. Klimayı dış ortamdaki sıcaklığın en fazla 5-6 derece altına göre ayarlayın.
 
Cep telefonu: Fransa’da yapılan bir araştırmaya göre yatak odasında cep telefonu çalması, kaliteli uykudan ortalama 50 dakika çalıyor.
 
Fazla yemeyin: Aşırı yağlı ve şekerli yiyecekler uyutmaz. Sıcak havada hafif
yiyecekler yiyin ve yemek ile uyku arasına en az üç saat koyun.
 
Su gibisi yok: Terleme, su ve elektrolit kaybına yol açar. Sıcakta serinlemek için bol su için. Günlük ihtiyaç 1.5 litre.
 
Duş alın: Yatmadan önce (en fazla 37 derecede) alınacak ılık bir duş uyumaya yardım eder. Duştan sonra saçınızı ıslak bırakmak da faydalı olacatır.
 

DAĞINIK YATAK

En sevdiğim filmlerden biridir Dağınık Yatak. 2-3 kere gözlerim dola dola izlemiştim üniversite yıllarında. Ekşi Sözlük'ten unuttuğum ilginç şeyler buldum filmle ilgili.

"disaridan bakildiginda pariltili gözüken oysa gercekte kücük ve zengin bir zümrenin icinde yasayan ve görevi orta yas üstü erkekleri eglendirmek ya da nikahli karilariyla yapamadiklarini onlara yasatmak olan, kücük yastan beri bu camianin üyesi meshur benli meryemin (müjde ar) kirik bir ask hikayesi. tamamen bu zümrenin disinda, gecekonduda ailesiyle yasayan garson ismail'e (ümit belen) asik olunca hayati alt üst olan bu istanbul fahisesi, asil fahise olanin bu zümre oldugunu bize anlatir.

meryem'in sigarasini yakan garson ismail, kibriti söndürmek isterken, meryem hala yanan kibriti ismail'in elinden alarak, kül tablasina birakir ve su sözü sarfeder.
-birsey yanacaksa sonuna kadar yanmali...
bu film türk sinemasinin en güzel üc bes ask filminden biridir, benimse en sevdigim! (benim de benim de!)

filmin son sahnesinde gözüken garson ise, filmin senaryosunu yazan murathan munganin ta kendisidir."

Eşekarısı Fabrikası

Korsan'a hayırsa ikinci ele hayır diyemezsiniz. Küçükyalı'da antikacılar var sağlı sollu. Yaşanmışlığın utanarak eldençıkarılan umutlarını sergiliyorlar. Bakarım arada sırada. Kah ceneviz işi bir sandığa, kah bir gramofona kah kitaplara...

Kimbilir hangi rahmetli mühendisin ciltli ders kitaplarını, Bütün Dünya dergisinin eski sayılarını veya çocukluğumda okuduğum bir kitabı bulur, çocuk gibi sevinirim. Param sadece kitaba yetiyor diye de tercüme etmek mümkün tabii.

Bu cuma yine çok güzel kitaplar geçti elime.
Osman Şahin'in Sarı Sessizlik'ini, Yaşar (Günaçan'ın) şiirlerini,Iaian Banks'ın Eşekarısı Fabrikası'ni aldım 5 TL'ye. 4. kitap da hediye...

Yıllar önce, Kurtuluş'ta vefat etmiş bir ihtiyarın, evinden çıkarılıp sokağa konmuş külliyatını görünce, yaşanmışlığın hazin öyküsüne tanık olmuştum. Hamallarla beraber eve çıkıp bakmıştım sağa sola. Yalnızlık kokuyordu...

para normal bir aktivite mi?

Bir başka biçimde bir başka yerde dünyaya gelmeyi dilemek, başka dağlarda açan çiçek olmak neyi halledebilir ki?

Bir tatminsizlik duygusunu geviş getiriyorum. Duygularım giderek köreliyor. Böyle büyümek istemiyorum.

Kendime döneceğim günler yaklaşıyor. Kendimden korkmalar arefesindeyim.

Pırpır eden bir florasan tübü hayatım.

Para normal bir aktivite ise paraya hayır! normal olmak da istemiyorum! paramparça aşklar ve köpeklikler. köpeğe kemik ver bıçağa dayanan!

Sıcak... Eriyor ruhum.

O'nunla daha tanışmadım.