30 Nisan 2010 Cuma

TAKKE DÜŞTÜ PİPPİ GÖRÜNDÜ

Uzun çoraplı Pippi  Haşmet'le röportaj yapıcaam ama evde fellik fellik dolanıyorum aradığım şeyi bulamıyorum. Blog mania editörü söyledi, iyi çocuktur, hoş çocuk da ayakları kokar diye. Ben de mandal arıyorum. Ama yok. Neyse artık kokar mokar tok tutar diyceez. Naapalım.



Ding Donnng! Kapı mı çaldı? Long Dongg Silveer, kapıya bakıver canım! Aaa geldi işte. Mandalı bulamadım ama çomak burada Allahtan. Arı kovanına sokucaam birazdan.


Merhaba Haşmetmaap! Geç otur şööle!  Record tuşuna basiim mi? Lütfen cep telefonlarınızı kapatın röportaj başlıyor.

1- Haşşşmetli bir pippin mi var diye soramayacağım için, Pippi gibi uzun çorapların mı var? demek istiyorum:)))))))))) Bize gardrobunu anlatsana mesela aynısından 3 tane olan ne/neler var?

PH-Güzel soru ama cevap daha güzel olacak bak şimdi. 3 siyah, 3 beyaz tişörtüm var.

(Napıyolar orda minyatür kale maç mı? Ehi ehi )

2-Blogunun bağırsaklarını karıştırdım da "yazarların günlüklerini okumayı severim" demişsin. Blog senin için bir günlük mü? Daha mahrem bir günlük tutar mısın? Neler çeviriyorsun? Hey dostum senin sorunun ne ha, senin sorunun ne?

PH-Bir günlüğüm vardı evet. Bütün özelimi cayır cayır anlattığım bir günlüktü bu ama önemli olan içimden atmaktı. Bu yüzden de dostum, günlüğü yaktım. Şimdi tek günlüğüm pippi haşmet.

(Benim bi büllüğüm vardı kestirdim kurtuldum)

3-Komik bir kitap, komik bir film ve komik bir adam ismi söyle sana arkadaşının adını söyleyeyim:)

PH-Nick olur mu, olur olur.. Lez_Rıfkı

(Olsun bakalım!Eee nesine gülüceez ki bunun?)

4-İçli köfte ustaları sence ne için içleniyordur? Onların içdünyalarına eğilebilir misin biraz? Hüyyoop sana diyom ufaklık! Yukarda havalar nasıl?

PH-Ben aslında hep içli köfte uzmanı olmak istedim ama o kadar içli bir insan olmadığım kanaatine varıp vazgeçtim. Ama İçli Köfte Uzmanı'nı cümle içinde kullanabilirim. Annem pazardan içli köfte uzmanı aldı.

(Naaptı 2 yumurta kırıp yedi mi adamı?)

5-Elinde sihirli bir değnek olsa, sen de kainat güzellik yarışmasında yarışmacı olsan ama sırf "yarışmalara karşıyım aga!" protest tavrıyla "dünyada değiştirmek istediğin üç şey nedir?" sorusuna bir cevap vermek istesen ne derdin? Küfür serbest:)

PH-Dünyayı insan egemenliğinden alır ve bal porsuklarına verirdim. Çok daha güzel bir dünya için evet.

(Aaa very fantastiiiiiiiiiiic! "Balporsuklar Cehennemi" filmi gibiiii…)

6-Çağdışı zihniyetleri kınıyoruz ya hep, çağiçi zihniyetlerde hiç yanlış olan bişii yok mu sence? Hadi ıkınmadan bir kaç örnek ver de kınayalım:)

PH-Olma mı var elbet, çağ içi dediğimiz şeyin içinde de insan olduğu için hepten yanlış zaten. Atın şu insanları bak ne güzel olacak her şey, valla be.

(Durdurun dünyayı inecek var o zaman abi)

7-Blogunda bööle bi arkadaşsızlık, yalnızlık, iskelede pardüsesi uçuşan adam imajı var ya sana kıyak yapsam desem ki “İşte oduuun, işte keski, kendine bi arkadaş yarat!” Yaaa Allah! Desen, sarılsan keskiye, bi pinokyo yaratsan kendine nası biri olurdu?

PH-Hayko Cepkin yaratırdım direkt. Karakterini falan da aynen eklerdim muhtemelen. Ne şeker adam şu Hayko.. Uzayan bir uzvu olmazdı ama uzamadan daha masum.

(Ben almiim uzayan uzvu olmayana adam demem ben:P)


8-Magazinvari bi soru buldum şimdi, bir aktör olsan gay rolü oynayıp oynamamak, bir aktris olsan sanat için soyunup soyunmamak arasında karar veremesen, imajı çizdirmemek için nası kıvırırdın?

PH-Valla sanatsa soyunurum, baklava dilimlerimi gösterirdim elaleme sorun yok. Gay de olurdum, lezbiyen bile olurum sıkarsam. Ama sanat mı yoksa İsmail YK klibi mi, o var tabii. Onu anlarım ama ben, evet anlarım, anlarım.

(Sen soyun ben anlatıcaam canım, elbiselerini benimkilerinin üstüne koyabilirsin. Görsel: Kondalize Rayz Pippi Haşmet'in soyunmuş haline yorum yaparken...)

9-Ciddi bi hafıza sorunum var demişsin. (senin yalancınım, bknz ...bal yiyen ayı) beni unutmamak için nasıl bir şifre uydurursun? (on kelimelik bir şifreleme istiyorum)

PH-Kızmak yok, kafamdaki şifreleme tamamen buradaki kelimelerden apayrı bir bütüne götürecek beni malum. Abdullah Öcalan beni izlerken benden uzun o hatunla gezdiğim dikenli aşk yollarında aldığım dondurmanın içinden çıkan kıl. 10 kelimeyi geçti. Olayın gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yok. Sana da kıl demedim ayrıca.

(Alınmadım zaten cilalı sünnet döneminden kalma Neco’nun kızından ayrılan Hıncal kankası)

10-Neredeyse gelenekselleştirdiğim bir soru var? Sence "pippoloji" nedir? Öyle bir şey yoksa da bizi inandır.

PH-Kadim Yunan'dan bir kelime bu. pipie ve logy kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuştur. Pipie adlı bir tanrıdan almıştır adını. Bu tanrı cinsiyete önem vermez ve cinsiyete karşıdır. Ne kadındır ne erkek. İkisine de aynı mesafededir. Biseksüel de değildir aseksüel de. Ama aslında cinsiyeti vardır ve hatta kendince düzenli bir hayatı bile vardır ama bunu diğer Tanrılardan saklar. Amacı diğer tanrıların kendileri gibi olmayanlara karşı tavırlarını ölçmektir, ayrıca yaptıklarını bir cinsiyete mal etmelerini de önlemektir. Pipie, cinsiyetsizliğin ve gizemin başlangıcı olarak kabul edilir.

(Solucanların da cinsiyeti yok diye duyuştum yoksa onlar Ordünaryus Pippolog mu?)

11-Küfür bilir misin? Bööle açarsın pencereyi oooh eser hani küfür küfür. Sen de rahatsız olursun, kalkıp kapatmaya gidersin, aşağıda çocuklar küfretmektedir. Ama öyle komik bir küfürdür ki gülmekten yarılırsın. Nedir o?

PH-“Senin ağzına salıncak kurar sallana sallana sıçarım.” olabilir.

(E çocuk işte naapçaan!)

12-Neyi hoşgörebilirsin? Hoş sen görebilir misin bilmiyorum:)) (Kışkırtma şeysi)

PH-Valla hoş göremediğim şey, saygısızlık bu da zateeeen çok geniş yeterince. Bunların dışında her şeyi hoş görebilirim, görebiliyorum.

(Saygıda kusur yok canım aabim, raaatsız ederlerse sööle, Pekerface gibiyimdir)

13-Milan maçına gideceksin, kuyruğa girdin bekliyorsun. O sırada bir Kundera boyacısı geliyor. Sana yaklaşıp ne der?

PH-Abi, Aşkı Memnu başladı mı?

(Gülünesi Aşklar kıvamındaydı helal!  Milan Kundera’ya kapak olsun)

14-Bize Da Vinci Uykusunu ballandıra ballandıra anlatmışsın. Peki Da Vinci Turşusu nası bi şeydir? Haydi pamuk eller hayalgücüne!

PH-Da vinci Turşusu'nun hikayesi aslında gizemini koruyor hala, elimizde yeterli ayrıntı yok bu konuda. İddiaya göre, Da vinci öldükten sonra birkaç bilim adamı, bu adamceğizin beynini alıp incelemeye başlamış. Bizimkinden farklı olan kısmını bulmakmış amaç ama sıradan bir beyinle karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırmışlar ve beynin turşusunu kurup saklamaya karar vermişler. Şimdi Da Vinci Turşusu, Kahire Mısır Müzesi'nde sergilenmekte.

(Bardaaa kaç para aabi? Acur da at içine)

15-Lücid rüyada, Ferzan'ın hamam’ında kendini çıplak görmek ne demektir hocam? Tabiri caizse tabir eder misiniz? Yoksa en yakın tabirci 5 km yazısını mı takip edeyim?

PH-Dün gördüğün bakkal amcanın libidona çalıştığını ve bakkaldan aldığın yarım kilo zeytinin afrodizyak etkisi yaptığını gösteriyor.

(Ferzan da yedi mi zeytinden hocam? Tek başıma azsam noolcek?)

16-Sık dişini 4 soru kaldı. Omuz atiim mi ister misin? Neyse, bak şimdi bu bir kokoloji testi, merak etme yorumunu da söyleyeceğim: Bir safari parkındasın, yolu takip ederek otlakta ilerliyorsun. Birden bir dişi ve bir erkek aslanın büyük parçalar halinde çiğ etleri koparıp yediklerini gördün. Ne düşünüyorsun?

PH-Safari parkına gelirsen olacağı bu, evinde otursan aslanların Yemekteyiz'ini izlemek zorunda kalmazdın işte.

(Rissho Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Saito'nun "Kokoloji” adlı kitabına göre verdiğin tepki hayatında ilk defa porno film gördüğünde verdiğin tepkiye eştir)

17-Bilirkişi raporu istenemeyecek bir olay anlatır mısın?

PH-Bilirkişi nağada da komik bir şey ya, bilirkişi intihar ederse bilirkişi raporuna gerek olmaz belki. Yenisi mi gelir acep alla allaa…

(Hakketten lan)

18-Haşmet Babaoğlu neyin oluyor? Babanın oğlu mu? Ne bu bol keseden PPP kullanmalar filan nickinde?

PH-Polemiğe girmek istemiyorum.

(Gerdeğe girmek ister miydin?)

19-Sence Avatar'ın yerlisi çekilse adı ne olur? Başrolde kim oynar? Ne ödülü alır?

PH-Gavatar olur. Ednan, Bihter, Behlül gayet güzel götürür işi.

(Bihter Nevi kızı heraaldaaa. Ben de Beşir olabilir miyim aabü?)


20-Sence kremkaramel ne yapsa yeridir?

PH-Canı ne istiyorsa onu yapsın, yeridir. Önemli olan içten gelmesi malum. Atla zıpla sıçra sallan yuvarlan.

(O zaman röportaja son vermek istiyom, çok içimden geldi)

29 Nisan 2010 Perşembe

YENİ RÖPORTAJ

Gün geçmiyor ki sayın seyirciler Karamel, yeni bir ropörtaj yapmasın. Sewimsizbilgin'le ropörtajım yılan hikayesine dönmüşken, Okanitto(Dereotundannefretederim) ve Pippi Haşmet'le bomba gibi ropörtajlar yaptım. Henüz deşifre odasında. Bakalım önce hangisini okuyacaksınız?

Ropörtajlardan sonra bakalım dereotunu sevecek misiniz? Pippimden aşşası Kasımpaşası deyip geçebilecek misiniz? Bu ropörtajlar gündem değiştirecek!

1 MAYIS'TA DUVAĞIYLA VE BEBEĞİYLE GÖMDÜK KIYMET ABLAYI

10 yaşının tüm uçarılığı ve merakıyla, kapı komşumuza doluşan ve ağlayan kadınlar arasından kelimeler yakalayıp "uçabilen bir kelebek" yapmaya çalışıyorum ama olmuyor.

Bahar bayramına 5 gün var. Komşu teyzeler, cacalalarını kapı içlerine yayıp ellerinde iğneoyalarıyla laflamaya ve biz kapı önünde kısa kollularla nihayet seksek oynamaya başlamışız artık. Bir fırtınadır kopuyor 2-3 ev yanda. Yatalak ninelerin ölmesine, 16lık kızların kocaya kaçmasına şaşırmaktan ileri gidilemeyen küçük bir kasabadaki beklenmeyen hortum, bir anda herkesi savuruyor bir tarafa.

Nimet abla, ağlıyor ablasına. Kıymet'in arkadaşları, komşu kızlar, yazlık sinemadan nemli kalan "acıklı mendilleriyle" birbirlerine sarılıp,  ince hastalık geçirmiş bir Kerime Nadir kahramanına ağıt yakar gibi ölümün sırtını kamçılıyorlar. Anası, -Remziye Teyze- "Seni duvağınla iskeleden uğurladım böyle mi geri alacaktım haberini?" diye bir ağıt yakmış, sönmemesi için altına içli odunlar atıyordu. Hemşire olup, Zeynep Kamil Hastanesi'nde çalıştığı, yeni evlenip 3 aylık hamile olduğunu duyduğumuz Kıymet ablanın öldüğünü fısıldıyor herkes. Üstelik ezilerek. Üstelik çıkan arbedede. Üstelik hamile... Kanatları zedelenmiş bir kelebek gibi pırpır ederek...

Dedikodunun kulaktan kulağa, dalga dalga, döne döne bir acaip kuşa döndüğü küçük bir kasabada kendi yalanına inanmaya başlayan insanlar, haberin doğruluğuna inandıkları kadar, sevdiklerine ölümü konduramamanın getirdiği korkaklıkla, birbirlerine göstermedikler kuytularında uçuk bir şüphe de büyütüyorlardı.

1 Mayıs'ın Bahar Bayramı dışında bir anlamı daha olduğunu öğreniyorum. Henüz hava durumu verilirken bile ismimizin TRT'de telaffuz edilmediği yıllarda pürdikkat radyosunu dinliyor herkes. Zafer Cilasun'un kavruk sesinden uçuca ulanan isimler arasında Kıymet Duman'ın da ismi geçiyor. Doğruluğunun tescillenmesine kahredilerek, içten içe bir merak aleviyle tutuşuyor, birbirlerine sormaya korktukları çirkin soruları getirip, çöplük gibi, istenmeyen bir eşya gibi kasaba meydanının ortasına özensizce yığıveriyorlardı.

Kıymet, komünist miydi? Anarşist miydi Kıymet? Kıymet eylem mi yapıyordu Taksim Meydanı'nda?

Uyuz köpekler, gelip gelip bu soruları kokluyor, anlamsız soru yığınını eşeliyor, kaydedeğer bir şeyler bulamamanın burukluğu ile biraz uzaklaşıyor, ama terkedip gidemiyorlardı da. Başını bekledikleri bu sorular olduğu kadar Taksim Meydanı'na ateş açan faillerin kirli gömleğiydi. Yaylım ateşine tutulmuş kalabalığın uğultusunu, ölen masum insanların haykırışlarını uzun uzun uladı köpekler. Ağlar gibi, küfreder gibi ve öfkeyle havlar gibi... Ola ki anarşistti, ola ki emekçiydi, ola ki bayramını kutluyordu Kıymet, ola ki sadece pazar gezmesine çıkmıştı. Ama ölmüştü, öldürülmüştü. Masumiyetin yasını tuttu köpekler.

Böylece, 2 koca gün geçip, iskeleye "motor" yanaştığında, uyuz köpekler soruları bırakıp tabutun peşine takıldılar. Üstüne Kıymet'in duvağı örtülen tabut, "kozasından çıkamamış bir kelebek müsveddesi gibi" , omuzdan omuza uçurulup, gelincikler ve hıdırallez çiçekleri arasından, eğilmiş selvilerle dolu mezarlığa götürülürken, bütün bir kasaba, çoluk çocuk, kadın erkek, son durağa "içinde kendi bedeni olan tabutlarını taşır gibi" imece usulü bir ölüm sayıklıyorlardı. Kendi kanlarını önlerine katmış, hızla derin bir kuyuya akıyorlardı. Kadınlar, cenaze alayıyla birlikte ilk kez urk urk mezarlığa koşuyorlardı.
...............
Bayram arifelerinde, başka cenazelerde kendi yakınının mezarına giden her kasabalı, Kıymet'e ve doğmamış cocuğuna da uğradı her sefer. Çürüyüp, tam olarak toprağa karışması 3 yılı almıştı duvağın. Ama hatırlanması için 33 yıl geçmesi gerekliymiş. Faillerinin bulunmasına kaç yıl var?

28 Nisan 2010 Çarşamba

İçine şarkı, üstüne film giymiş şiir

Ahmet Muhip Dranas'ın ölümsüz şiiri, Özdemir Erdoğan'ın bestesi ve Yavus Tuğrul'un başarılı senaryosu ile canlanan kareler:

FAHRİYE ABLA

Video Penceresi sitesinden bir video.: "Video Penceresi - Video İzle - Fahriye Abla 1984 Müjde Ar Tarık Tarcan 1/9"

GOOGLE'LAMADAN (İnteraktif tahmin oyunu)

Bu hafta ünlülerle ilgili bildiklerimi paylaşacağım
1-Müjde Ar'ın gerçek adı soyadı nedir?
2-İnci Çayırlı'nın Nezahat Bayram'ın sanatçı kardeşi kimdir?
3-Gönül Yazar'ın ilk eşi kimdir?
4-Türkan Şoray'ın sözlerini yazdığı şarkı nedir?
5-Zeki Müren'in sözlerini yazdığı şarkının adı nedir, özelliği nedir?
6-Selvi Boylum Al Yazmalım'daki çocuk yıldız Samet'in gerçek adı ile babasının mesleği nedir?
7-Kadir İnanır'ın ikiz yeğenlerinin adı nedir?
8-Nevra Serezli, Nisa Serezli'nin nesi olur?
9-Organizatör Mahmut Tezcan'ın şarkıcı eşlerinin adı nedir?
10-Soyadı ile adını ters çevirip kullanan tiyatro ve dizi yıldızımız kimdir?
Şu lafları edenler kimlerdir?
11-Salak olabilirim ama aptal asla!
12-Lütfen beni o kültürsüz insanlarla muhattab etmeyin.zaten şimdi ultrasyondan çıktım.
13-Tuğba Özay'ı alkışlayanlara bakıyorum.büyük bi çoğunluk kadın ve erkeklerden oluşuyor.
14-Annem hakikaten çok kaliteli bir sanatçı annesi.
15-Albümün Fransızca olmasının nedeni, benim şarkıları Fransızca söylemiş olmamdandır.

KİM BU ÇIPLAK? (İnteraktif tahmin oyunu)

Evet! Tahminleri alayım:)(Resmi tıklayıp büyütebilirsiniz)












Picture from the April 2008 Russian GQ...this is from the 1973 thriller

INTERVIEW- OPENED THE PANDORA'S BOX, VICTOR'S SECRETS WAS SPREAD!

Geldi kuruldu koltuğa, kafa tutar gibi "Sor bakalım!" dedi ayağını sallayarak. Parmaklarıyla koltuğun kenarına vurarak hayali bir piyanoyu çalar gibiydi. Ortalığı parfümü doldurmuştu. Baştan çıkmamak için elimi saçımı düzeltiyormuş gibi başımın üstüne koydum. Başı öne eğikti ama kaşlarının altından gizemli bakışlarını fırlattı. Bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Adını "Emiş" koydular. İkimiz de kötü bir seçim olduğunun farkındaydık ama üstelemedik. Ne de olsa ebeveynleriydi. Vic, çocuğu kucağına alıp sağ kulağına "İleride ailene karşı dava açıp adını değiştirebilirsin." dedi.

Gittim dolaptan kremkaramel getirdim. Ben yaptım dedim. "Hımm!" dedi inanmamıştı. Gerginliğim daha da arttı. Boxerımı fazla yukarı çekmiştim ve onu çaktırmadan nasıl aşağı indirebilirm diye düşünüyordum. "Saçlarının önü fazla uzun." dedi. Yutkundum. Sonra çekirdek getirdim. "Ohh bee!" dedi "İşte bu, işte bu!" Kaprissizce, dobra dobra sorularımı cevapladı. Dışarıdan 1972 model eksozu patlak bir Murat 124 geçti. İlk sorumu sordum:

1-Victor, gerçek bir zafer kazandığını düşündüğün bir konu var mı? Basit bi konu da olabilir ama hayata karşı 1-0 olduğun bi şey olsun, her şekilde alkışlamak için ellerimi hazırladım walla bak, hatta peşinen alkışladım bile:)) (Manyak mısın gibisinden yüzüme baktı, derin bir nefes alıp...)


Hayatla yarıştığımızı düşünmüyorum. Hepimiz hayatın birer parçasıyken ona karşı koyma düşüncesi bana garip ve sağlıksız geliyor. Ancak yaşadığım bütün zorluklara ve beni dibe çeken bütün bağlarıma rağmen tek başıma ayakta durabilmem bana kalıcı zafer duygusu hissettirebilen tek konu. Ek olarak majör depresyonu tek başıma yenmemi de sayabiliriz.

2-Piyano çalıyorum demiştin. Ezbere çalabildiğin, çalarken de zevk aldığın bir parça varsa çalarken sana neler düşündürüyor? Mutluluğun resmini yap demeyeceğim ama kelimelerle anlatmayı dene haydi! Haa bir de ilk dinlendiğin kulağına hoş gelip sonradan nefret ettiğin bir parça var mı? (Böyle havalı bir soru bulduğuma sevindim birden, major depresyon kelimesini ben kullanamamıştım ama yine de çocukça bir zevk aldım)

Yann Tiersen'in bütün parçalarını piyano çalmaya bayılırım. 5'ini ezbere biliyorum:

Comptine d'un autre été - Çalarken kendimden geçtiğim huzur parçam. Piyanonun başıan oturduğumda ilk onu çalarım

Le Moulin - İnsanın içine bu kadar işleyen başka bi' parça bilmiyorum. Dinlerken (ve tabi çalarken) önce ağlayası gelir insanın sonra çoşarsın ve sonunda ağlamaklı biter gidersin

La Dispute - Çok güzel bi vals. Sonu uçurur insanı. Çocukken bisiklete binip ellerini bırakmak gibidir. Ama hüzün hakimdir baştan sona.

Sur le fil - Hala çalarken hatalar yaptığım inanılmaz parça. Delinin birini dinlemek gibi bi şey.

La Valse d'Amélie - Ağlatır.

(Sonra duvar piyanomun yanına geçtik, Sur le fil'i çal Sam dedim şaşırdı çalarken, küçümseyerek baktım)

3-Baletlerin gay olarak damgalanmasına karşın, errrkek mesleği(!) -ne demekse- olup da bal gibi de gay olabilecek bir kaç meslek sayabilir misin? Ayakkabı boyacısı gay olabilir mi? (Ayy ne geyik soru)

Bildiklerimi söyleyeyim:

Güreşçi, kasap, doktor, avukat, psikolog, komando, pilot, host ve polis (çevik kuvvet).
(Hımm portföyü iyiymiş diye geçirdim içimden. Bana bir çevik kuvvet ayarlasana diyecektim ama o kadar samimi olmamıştık. Ağzımdan ne hoş dedim ben de kabzımalım. Mal mısın gibisinden baktı bana)

Ayakkabı boyacısı neden gay olmasın? Normal dağılım eğrisindeki o %33lük kısıma herkes gayet girebilir.

4-Alaaddin olsaydın, Cin de buyur sahip, ben gayim deseydi, ne dilerdin? Üç dilekle sınırlıdır, tükenmeden alınız:)) (Off beee bana denk gelmez bööle ballı sorular hiç)

Valla çocukluğumdan beri buna benzer her soruda ilk aklıma gelen cevap: "Sadece tek dilek hakkımı kullanıyorum ve diliyorum ki; sonsuza kadar senden isteyeceğim bütün dileklerimi gerçekleştir" ='D

5-Gayler bir gün sivil toplum örgütü olarak örgütlenip, Kırkpınar güreşlerine gaylerin alınmamasını protesto için aynı günlerde ne tür bir organizasyon yapsa sence? O yarışma/organizasyonun birincisine başpehlivan benzeri ne dense?

Lubunbaşı / Mamaperivan / Yağlımanti / Hunk-başı ehehe
(Hunkbaşı olduğumu hayal ettim, vıcık vıcık yağa battı hayallerim, tiksindim sonra, sıradaki soruya geçtim)
6-Tutucu olduğun bir konu var mı? Tabuların var mı? Tabut görünce ne hissedersin? Tabu oyunu oynamak ister misin benimle?

Sondan başlayayım Tabu'ya bayılırım! Deli gibi de oynarım. Benim olduğum grup fark atar o kadar diyeyim =')

Tabut görünce, bazen saçma sapan şeyler için ne kadar da hırs yaptığımız gelir aklıma ve yavaşlarım birden. Etrafa daha dikkatli bakarım. Biraz daha hassaslaşırım. Sonra geçer...

Başkalarına zarar vermediği, saldırıda bulunmadığı ve büyük oranda olumsuz bir etki sağlamadığı sürece kimseyi yaşadıklarından, düşündüklerinden ve hissettiklerinden dolayı kınamadım. O yüzden travesti, jigolo, transeksüel, cemaate mensup, ateist, ermeni, yahudi arkadaşlarım var ve bunlar görüştüğüm insanlar.
(Konu ilginçleşmişti, jigolo piyasasındaki asgari ücreti tartıştık biraz, ben nurcuyum dedim "Aaa ben de müjdeci" dedi, sevindim çünkü Dul Bir Kadın'da karşılıklı oynamışlardı Nur'la Müjde, çaaak yaptık)

Benim belki hiçbir zaman kendimle bağdaştıramayacağım şeyleri yapan insanlar var ama onları kendi içlerinde değerlendiriyorum. Kıyaslamak ve genellemek insanı yanlışa sürüklüyor sadece...

Bu girizgahtan sonra;


* Bedenimle herhangi bir şekilde oynama düşüncesi benim için ciddi bir tabu. Estetik, hormon vs. Yok, ben yapmam.

(Sonra dişlerimden birinin çarpık olduğunu ve kemerli burnumu gösterdim, komplekslerimden bahsettin, "hiç de diil!" dedi sana yakışıyor. Karakter sahibi bir burnun var dedi. )
* İnançlar konusunda inanılmaz tutucu olabiliyorum. Birinin inancına saldırıldığında elimde olmadan kendimi hemen onun yerine koyup o kişi için ona saldırana karşılık veriyorum. Ya neye inanıyorsan inan neye inanmıyorsan inanma ama başkasınınkine karışma. Mesela çocuklarını kendi müslüman ahlakıyla yetiştiren ailelere saldıranları anlamıyorum. O çocuğuna içki içirmiyorsa sana ne! Kafasını örtmesini söylüyorsa yine sana ne! Bırak büyüyünce zaten kendi yolunu bulur bi' şekilde. Cem evleri, alevi dedeleri yine aynı şekilde. Abi bırak adam kendi inancını aktarsın nesline. Niye uyuzluk ediyosun. Doğaya tapan japon bi arkadaş vardı çocuğa etmedikleri kalmadı. Deli olmuştum. Saygı duyuyosa tapınıyosa bu da sana girmiyosa sana ne!

* Çıplaklık konusunda aşırı tutucuydum şimdi çıplaklar kampına bile gitmeyi düşünür oldum. Ciddiyim.

* Çok eşlilik konusunda da tutucuyum. Açık-ilişki tabir edilen şu ilişkimsi türü beni kaşındırıyor, düşün o kadar uyuz oluyorum. Hayvani içgüdülerini kontrol edemeyecek kadar bağlılık yoksa kalbinde bırak yoluna gitsin, boşuna oyalama çocuğu.

* Az daha unutuyodum. Ayak fetişi konusu. İnanılmaz iğreniyorum. Yazarken bile suratım kaydı. Masajla ilgilendiğim için ayak masajı yaptığım oluyor ama diğer konu. IYK!

(YYY dedim. "Ne?" dedi. YYY diye tekrar ettim. IYK'daki Ylerin eksik oldu da dedim. Teşekkür etti, ben de bu kadar ayrıntılı ve uzun cevaplar verdiği için teşekkür ettim, dişinde maydonoz kalmış dedim, yemedi)

7-Şu kelimelere aklına ilk gelen içindeki karşılığı verir misin?

zor- 1. "o kadar da değildir" 2. ölmek

pembe- mutluluk ve hayalcilik

mor- 1. küçüklüğümdeki inanılmaz hayal gücüm 2. enerji ve güç

karanlık- içimde bi yerlerde gizli kalanlar

kadavra- uzak olsun

gökkuşağı- umut, nirvana

şeffaf- açık iletişim, serbest zihin, kolay akıcı dil

dost- hiç sahip olamadığım, çok çok iyi arkadaştan öteye gidemeyenlerle dolu koccaman bi liste

kremkaramel- 1. lezzet 2. muzur, deli manyak bi şey

(Estağfurullah dedim. Mahçup olmuştum. O sizin deliliğiniz dedim. )

8-Giyim mağazasına girdin seni neler sinir edebilir? Yardımcı olayım: Hani bir gün gitmiştin de...

Götümün dibinden ayrılmayan o gerzek ve genelde bodur olan kızlar.

sürtük: "Ne tür bi şeylar bakmıştınaazz??"


victor: "Daha bakamadım canım, izin verirsen bakıcam!"


sürtük: "....tısss"

Bi' de gidip gelip soyunma kabinine ağzını dayayıp "Nasıl oldueee??" diye sormuyolar mı! Kızım bi mittir git! diyesim geliyor ama susuyorum...

(Aaayneaan wallaaaa dedim. Sen neden onlar gibi konuştun dedi. Kızardım)

9-Soyunma kabininde şunu yapmak isterdim diyebileceğin bir şey var mı? (Yuhh ben de neler diyom)

O yakışıklı çocuğu bi' bahaneyle çağırıp sıkıştırmak hiç fena olmazdı. Aklımdan geçti, yanımdaki arkadaşa da söyledim. Bana bi bakışı vardı!

10-Aşağıdakilerden hangisini partnerinle fantazi aracı olarak kullanabilirsin? nasıl kullanacağını anlatmana gerek yok:)) buz, diş macunu, ayraç, mandal, fırça

Buz! Buz! Buz! Hatta sırlarımı paylaştığım bir hetero arkadaşım buzla neler yapabildiğimi bilir. En olmadık zamanlarda "Buz getireyim mi?" deyip başkalarının yanında beni krize sokar.

(Viskine buz getireyim mi diye soracaktım ama ortama uymayacağı için "Senin adın kor mu?" demişim:(  )
11-Hangi konuda yeteneğin olup da kitlelere hitap etmek isterdin. Bir idol var mı o konuda kıskandığın?

Dans ve müzik elbette. İkisinde de inkar edilemez bir yeteneğim varmış (vallahi ben demiyorum) ve bu ikisi bana başka hiçbir şeyin vermediği kadar enerji, mutluluk ve tatmin veriyor. Bu iki araçla insanlara ulaşabilseydim ve uzun soluklu bir başarı yakalayabilseydim çok şukela olabilerdi.

12-Magazin basınımız geçen gün buyurdu ki "Cemil İpekçi bebek bekliyormuş". Seni nasıl bir haber şaşırtabilir başka?

Aklıma yıllar önce duyduğum bi' söz geldi: "Ya her şey mucizeymiş gibi yaşa, ya da hiçbir şey öyle değilmiş gibi." Ben ikincisini yapıyorum. İpekçi haberi valla şaşırtmadı. O gay olmadığı için normaldir diyorum bebek beklemesi. İnan bana beni bu saatten sonra hiçbir şey şaşırtamaz. Benim gördüklerimi sen de görseydin!

(Uşak ne gördü oyunu aklıma geldi Ray Cooney'in tepsinin içinde sahneye devasa bir penis gelirdi ve hep beraber Aaaa! derdik ne güzel.)
13-Volkan Konak, Çelik ve Kıraç'ın ortak noktası var mıdır? Sempati ve antipati sıralaması yapabilir misin?

Volkan Konak çok tırt be. Kazım Koyuncu'nun mirasını yiyor resmen. Hele o dido cover'ından sonra gözümden feci düşmüşlüğü var.

Çelik'in bi' şarkısı geçenlerde ağzıma takılmıştı; dedim ne güzel şarkıymış zamanında değerini bilememişim. Sanırm hercai'ydi adı. Vokal tekniği pek iç açıcı olmasa da fena değildi be çelik ekolü.
(Hercai albümüne ben de beğenirim, söylesem mi dedim, sana sorduk mu gibisinden yüzüme bakıp...)


Kıraç, başlardaki o yetenekli çocuğu tekrar yakalayabilse keşke. Bir akşam ayağındaki çamurlu çizmelerle bir telefonla gelip bize sarı gelini söyleyen o kıraç'ı geri istiyorum ben. Meeleyen ve cazırdayan rockçıyı değil.

14-Orgazmı hiç tatmamış birine onu nasıl anlatırdın? (Sessiz film değil, herşey serbest:P)

Hani bir tabir kullanıyorlar ya: "boşalmak" . Hah o işte! Böyle zihnin bedenin kötü enerjin falan boşşalıp gidiyoorrr.


Güzel ve eğlenceli bir şey anlatayım yeri gelmişken. Bizim arkadaşın 70 küsür yaşındaki ninesi güneşin altında tarlada çalışırken susuzluktan ölmüş bir halde bizim ufaklığı yanına çağırmış: "Hele su testisini getir, oghlum" demiş. Bizimki kapmış gelmiş suyu. Nine suyu kana kana, üstüne başına döke döke içtikten sonra tipi kayık vaziyette demiş ki " Dersin sanki zikiiler!"


İşte orgazm böyle bir şey ='D

15-Penis konulu bir itirafta bulun. Söz aramızda kalacak:))))))))

Benimkinin altında ufak bir ben var ve çok şık duruyor.

16-Jim Morrison gibi sahnede masturbasyon yapmaya yeltenebilecek bir Türk sanatçısı olsa olsa kim olabilir?

Ortamını bulsaydı Yıldo belki yapardı. Ya da uyuşturucuyla iyice kafayı bulmuşken Yıldız'dan beklerdim. Ya o değil de bi Sevda Demirel vardı ona noldu; bak o yapardı kesin!

17-Medya maymunu, medya sihirbazı ve medya mağduru birer kişi adı söyleyebilir misin?

Medya Mağduru: Şu gelin kaynana yarışmasında daldan dala diye bağıran deli karının oğlu intihar ederek ölmüştü. Bir de gay olduğunu itiraf eden hakem geldi aklıma

Medya Sihirbazı: Sevmesem de Acun Ilıcalı, Armağan Çağlayan ve adını bilmediğim ama televizyonda karşımıza çıkan parlak fikirlerin sahibi bi prodüktör vardı işte o.

Medya Maymunu: Ajdar, Zuhal Topal (seni severdiimm), Esra Ceyhan denen mal.

18-Seni bir dizi izlemeye ne ikna edebilir? Konu? Kast? Yönetmen? Para teklifi:))))

Sadece konu ve gidişat. Ha bir de boş zaman ve can sıkıntısı.

19-Almodovar filmlerinde dikkatini çeken ne? Etkileyen ne? En sevdiğin hangisi? Almodovar'la röportaj fırsatın olsa ne sormak isterdin?

Kadınlara söylettikleri ve alttan alttan kadın merkezli bir dünya sunuyor olması dikkatimi çekiyor. Röportajıyla falan uğraşamazdım elin Almodovar'ının.

20-King sence en çok hangi rengi sever/neden? Berna en çok neden korkar/neden? Sence ben en çok neyi severim/neden? Rahat ol dövmiiyceez:)))

Valla King'in neyi sevip sevmediği konusunda yorum yapamayacak kadar tutarsız bir King imajı var kafamda.

Berna en çok benim tepkilerimden korkuyor kanımca, bir gün ölecek sandı / sandım. Çok korktum. Kıyamam ben ona.

Valla alınma ama bence en çok saçmalamayı seviyorsun Karamel =') Bunun için sana çok kızdığım da oluyor ama yaratıcı yanını bu şekilde görebildiğim için de hoşuma gidiyor.

Yedek soru: beğenmediğin biri yerine soru hazırladım, hatta beni kesmedi 21. olsun ondan mı korkçaaam sorusu yerine:

21-Ne çekiniceem, bir gün gerekirse kullanırım diyebileceğin bir nesne seç : viagra, peruk, prince albert, toka, (hepsi/hiçbiri)

Viagraya ihtiyacım yok çok şükür. Peruk kullanmıştım; tabi ki tiyatro için ='D Prince Albert mı?! Karamel ne pis zevklerin var ='D Saçlarım uzunken zaten toka kullanıyordum. O yüzden hiçbiri. Az daha yaratıcı olsaydın ya bu kısımda.

(Hıh, ukala! Giderayak kızdıracak illa beni. Kalktı gitti sonra. Parfüm kokusunu da beraberinde götürerek. Masanın üstündeki sürahiyi başıma diktim üstüme başıma dökerek. Tavandan bir örümcek adam sarkıyordu. Bana dehşetle baktı)

27 Nisan 2010 Salı

CAMI KIRINIZ, OKUYUNUZ!

Paramparça bir ruh, paramparça bir cinsellik, paramparça bir beden ve bir erkek...


"... Yo sanmıyorum, kuşkulanmıyor. Nasıl aklına getirebilir böyle bir durumu? Ağzına bile almadığı, iğrenç ve hastalıklı bulduğu ilişki biçimini benim yaşadığımı nasıl düşünebilir?

İmkansız bu.

Onu böyle bir durum yüzünden üzeceksem öleyim daha iyi...

Zaten biliyorum, öleceğim ben bu yüzden. Katlanılacak şeyler değil bunlar.

Bu acı, o koyu katran, hep üzerimde. Bunu anlayabilmeniz mümkün değil sizin. Ama yine de dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Hiç olmazsa bunları birisine anlatabilmenin ferahlığını yaşıyorum. Mikroplarımdan arınmışım gibi geliyor bana."

(Kitabın İçinden)

Duygu Asena bu kez erkeklerin dünyasına giriyor. O dünyanın en gizemli yanlarına el atıyor. En farklı yanlarını ortaya çıkarıyor. Paramparça'nın ana kahramanı bir yanıyla klasik bir erkek gibi yaşayan, diğer taraftan da erkeklerle ilişkilerini sürdüren bir adam. Küçük bir kentte, kamu görevlisi, evli ve çocuklu. Hayatı çözmeye çalışan, ancak çözmeye çalıştıkça daha da zorlanan, kendini, cinselliğini, ruhunu bir türlü tam olarak anlayamayan bir erkek. Bir erkek... Herkes gibi kimi zaman mutlu kimi zaman acılar içinde. Ama onun bir farkı var... O paramparça... Ruhuyla, cinselliğiyle iki ayrı insan... Acımasız, anlayışsız yaşam içinde yapayalnız ve parçalanmış. Toparlanamıyor, çaresiz, çözümsüz...



Asena, bu kez erkek dünyasının bilinmeyen, açıklanmayan, hakkında konuşulmayan yönlerini tartışmaya açıyor. Kimilerinin hiç bilmediği ya da bilmek istemediği, kimilerinin yok saydığı, ayıpladığı ve yargıladığı gerçek bir dünya bu. Onlarca erkek gizlilik içinde, suçluluk duygusuyla boğulmuş bu parçalanmışlığı yaşıyor. Erkek egemen toplumun yüz karası olarak yargıladığı eşcinsellerin dünyasında geziniyor ve yine sıcak, yine içten, yine insanı ön plana çıkaran bir anlatımı tercih ediyor. Kadın okuyucuları da erkek okuyucuları da alıp götürecek bir roman Paramparça.

(Tanıtım Yazısı'ndan Alıntı)
 

GOOGLELAYARAK :))

Kapağını, Ed Harris'i ve Oscar etiketini görüp arşivime attığım bir film var. Hala seyretmeye sıra gelmedi. Basquiat'tan bahsederken adı geçti ve araştırdım ve bunları buldum.

"Pollock" adlı filmde de ünlü ressamın fırtınalı hayatı ele alınmıştır. Bu film ile Ed Harris en iyi erkek oyuncu dalında 2000 yılı akademi ödülü adaylığı kazanmıştır.
Jackson Pollock (d. 28 Ocak 1912, Wyoming, ABD – 11 Ağustos 1956, New York, ABD), soyut dışavurumcu ressam, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarındadır. Damlatma tekniği (drip painting) ile boya karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket ederek boyayı dökme, damlatma, fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket resmi adı verilen resimler yapmıştır. Bu özelliğinden ve 'kötü adam' imajından ötürü Jack the Dripper lakabıyla da anılmıştır.


1951'den sonra koleksiyonerler ve galerilerden daha değişik resimler yapması için baskılar gelmeye başlamış, bu baskılar karşısında Pollock'un varolan alkol sorunu daha da büyümüş, resimleri karanlıklaşıp figüratif öğeleri de kapsamaya başlamıştır. 1956'da yaptığı araba kazası sonucu ölmüştür.

Harekete ve sürece verdiği beden sanatı, süreç sanatı, performans sanatı, Fluxus, happening'ler gibi birçok çağdaş akımın temelini hazırlamıştır.

Ünlü Amerikalı işadamı David Geffen, 20. yüzyılda savaş sonrasının en büyük sanatçılarından biri kabul edilen Jackson Pollock'ın "No 5, 1948" tablosunu, 140 milyon dolara Meksikalı işadamı David Martinez'e sattı.

Böylece Pollack'ın tablosu, 2006 yılında "dünyanın en pahalı tablosu" unvanını aldı.

CAMI KIRINIZ, OKUYUNUZ!

-felsefe olarak, herşeyin üstüne çıkıp mükemmel basitliğe ermek anlamında kullanılabilir.
-ama tam Turkcesi nezaket, zerafet, sadelik anlamina gelir
-yazilmis en akilli romanlardan biri... yazarin klasiklesmis karakter analizlerini bu romaninda cok basarili bir bicimde gorebiliyoruz... her romaninda oldugu gibi, bunda da butun karakterlerle bir bir tanismak ve saatlerce konusmak istiyorsunuz... hikayelerini nikko'nun agzindan dinlemek ve bir el go oynamak istiyorsunuz...
-bir iskambil kagidiyla adam öldürülebilineceğinin kanıtı kitap.

-tartışılan bir kitap. eleştirenler: bir macera kitabı olarak oldukça eğlenceli ve oyalayıcı. fakat felsefi açıdan denyo batı kültürüne alternatif olarak hazırlop bir denyo japon kültürü önermesi nedeniyle son derece kolaycı. hatta bir macera romanına felsefi derinlik süsü vermeye çalıştığı için sahtekar bile denilebilir.
derken, savunanlar: icin hos bir hikaye , bir bond romani , macera kitabi demek freud u seks manyagi olarak degerlendirmekle ayni siglikta olmali... demiş.
-kitapta ince ince hatta kalın kalın yahudi propagandası ve arap düşmanlığı yapıldığı iddia ediliyor
-diğer yandan "elimden dusurmeden bir solukta okumustum. tuvalete bile giderken sanki kitaptaki macera bensiz devam edecekmis gibi bir yaratirdi bende" diyenler var
-baş kahramanın ozellikle sevişmedeki ust duzey yontemleri kadin erkek herkesin ilgisini cekmiş ve aşiri gelişmiş algilama yetenegi herkesi kendisine ozendirmiştir.
-kitap ilginç bir oyunun safhaları ile başlıklandırılır:)
-kim oldugunu yalnızca yayıncısının bıldıgı, sağlığında nerede dogdunu yalnızca kendısının bıldıgı ve su an nerde oturdugu ve yasadıgı, ölünce nereye gömüldüğü bılınmeyen yazar.

-cocuk denecek yasta okulu bırakmıs ve hayata atılmıs olan yazar,serserı bır hayat surmustur.askerlıgını yaptıktan sonra ıse 4 ayrı bılım dalından dıploma almıs olan olagan ustu bır yazar.
-bi de kitaplarında anlattığı çeşitli alet edevatla insan öldürme teknikleri çeşitli ülkelerce sakıncalı görülmüş ...
-asıl isminin rod whitaker olmasına ek olarak, nicholas seare mahlasıyla yazdığı, ortaçağı konu alan iki romanı da vardır
-kendisi okurunu su sekilde tarif ediyor ; "t... tiryakisi aslinda alisilmadik bir tiptir: dogal seckincidir, sinik olmaktan cok, gercekciligin saldirisina ugramis bir idealisttir, farkli bir trampetin temposuna uyarak yuruyen biri olmaktan cok, tek kisilik bir gecit toreninde kendi davulunu calarak yuruyen kisidir"

şimdi kitabın adı(bilenler zaten ilk dakikadan anladı gerçi)

az sonra demeye gerek yok

Kitap: Şibumi (Türkçe baskısında böyle geçer Shibumi değil)

Yazar: Trevanian

WARHOL SÖMÜRÜCÜ MÜYDÜ?

İzlediğim iki film de aklımda Andy WARHOL hakkında şüpheler oluşmasına neden oldu. Belki de taraflı olarak yorumlandı filmler. Ama oldukça acımasız ve bencil olduğu da biliniyor Warhol'ün. İyi paralar kazanmış onlar sayesinde. Ama 2 sanatçı da uyuşturucunun pençesinde yalnız ölmüşler. Belki de sadece vefasızdı. Bilemeyiz.

Filmler:
Factory Girl


Basqiat


Warhol'un hayatlarına, dahil olduğu (için belki) mahvolmuş 2 kişi:

Edie Sedgwick

Edith Minturn "Edie" Sedgwick (d. 20 Nisan 1943 – ö. 16 Kasım 1971)[1] ABD'li aktris. Soyu İngiltere Kraliyet Ailesi’ne kadar uzanan varlıklı bir ailenin kızı olan ve dönemin sosyetesinin önde gelen isimlerinden olan oyuncu 1960'larda Andy Warhol'un kısa filmlerinde oynayarak ünlendi. Newyork'un luks magazalarindan toparladigi imajiyla factory'nin baska bir yuzunu gozler onune sermistir. 1963-65 arasinda time, vogue, life dergilerine kapak oldu. manhattan'in glamour mekanlarinda ve galeri acilislarinda warhol'un escort kiziydi. warhol'un ve jonas mekas'in cesitli filmlerinde oynadi. ciao! manhattan edie sedgwick filmografisinin yildizidir. 15 kasim 1971 gecesi oldu. bagimliydi. (Ekşisözlük/blixa)

Jean Michel Basquiat












asırlar önce haiti ve puerto rico’ya afrika'dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve sömürgecilerin asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyah ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

babası muhasebeciydi, annesi matilde basquiat, oğlunun sanatçı olmasını isteyen, ruh dünyası karmaşık, suskun ve kederli bir kadındı (gariptir, andy warhol’un çizdiği tabloda gülümserken resmedilir). basquiat’ye siyah atalarının mirasını devreden yine annesiydi. çocukluğuna ilişkin en canlı anılarından birisi, yağmurlu bir günde annesinin elinden tutup guernica’yı görmeye götürüşü ve annesinin o görkemli tablonun önünde, şirin bask kasabasında ölenler için hüngür hüngür ağlayışıdır. basquiat, annesine başının üzerinde ansızın beliren bir taçı işaret edişini ve uçarı bir gülümseyişle annesini teskin edişini anlatır yakın arkadaşlarına. yaşadıklarının hepsini göçmen kuşlara paylaştıran bir anneydi matilda ve basquiat, onun hüznünü anlamayan babası gerard’ı asla bağışlamadı, onunla hiç özdeşmedi.

tom wolfe, bohem sanatçı için “burjuvanın bir türlü yapmaya cesaret edemediği şeylere girişebilen sanatçıdır” der. gerçekten de postmodern dünyamızın her zaman bu tür asil savaşçılara gereksinimi var, hani bulutları aşıp gelecek eski savaşçılara, sanat dünyasının primitif imge dehalarına. 1950’lerde bu savaşma görevini, greenberg’den devralan jackson pollack üstlenmişti. 1980’lerde ise warhol’un mirasçısı basquiat bu boşluğu doldurdu. akademisyenlerin dışında sokağı yurt edinen sanatçıların, plastik sanatlar dünyasına girdikleri ve kuralları altüst eden bir görsel sanat önerdikleri dönemdi bu. post-modern çağın, postmodern çağa dönüştüğü yıllar!

ilk gençlik yılları sorunlarla geçen basquiat, üniversite eğitimini tamamlamasına aylar varken yarıda bıraktı. yakın arkadaşı al diaz ile soho’nun ara sokaklarını mesken edindi, duvarlarını süsledi. çok geçmeden yarattığı samo persona’sı ile sokakların tanıdığı bir kimliğe büründü. sanki bir bulvardaydı basquiat, ışıl ışıl güneşli bir bulvarda, sürekli koşuyordu, zor değildi koşmak onun için, çünkü hiçbir şeyi yoktu. kollarında yaşlı bir evsizi tuttu kimi zaman, kimi zaman naif yürek atışlarını fahişelelerin. görünmezliğini korudu basquiat, ta ki 1981’de psi gallery’deki ilk sergisine dek, artık istese de saklanamazdı.

bir sanatçıyı inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değil, daha çok onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır. basquiat’nin bilinçdışında beyazların yöresinde nasibsiz kalmanın, uyrukların içinde uygunsuz biri olmanın derin izleri olduğunu söyleyebilirim. söyleşilerinde “siyahi ressam”, “siyahi sanatçı” olarak anılmaktan duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirse de, kahramanları olarak charlie parker’ı, joe louis’i, sugar ray robinson’u, muhammed ali‘yi resmedişi rastlantısal değildir. yalnızca picasso ve matisse’nin yakalayabildiği bu “kara kıta”nın kolektif primitif imge mirasını, kent kökenli bir genç siyahın (örneğin two heads in gold tablosundaki maske şeklindeki yüzlerle) yakalamış olması ilginçtir.

basquiat’nin sanatında bir diğer baskın tema onun bitmek tükenmek bilmez ölüm arzusudur. uyuşturucu komasından çıktıktan sonra brian kelly ile yaptığı söyleşisinde şöyle der: “insanlar benim uyuşturucuyu bırakıp bırakmayacağımı ne diye merak ediyorlar, anlamıyorum. benim ölebileceğimi söylediklerinde bilmiyorlar ki ben zaten o noktadan sayısız kez döndüm!” Ekşisözlük/sametcummings

Andy ile birlikte:

Camı Kırınız, Kitap Okuyunuz!

Kitaba ilişkin merak uyandıracak bilgiler vereyim.

- Anti-kahraman Holden, zeki ama fırlama bir lise öğrencisi 16 yaşında, ağzı bozuk ama tahlil yeteneği güzel olan biri,
- Roman oldukça akıcı, sürükleyici,
-1945'te ilk baskısını yapmış,
- "Modern zamanların başyapıtı" olarak değerlendirilen bir eser,
- "ahlâk dışı" ve "açık saçık" bulunduğundan ABD'nin birçok tutucu bölgesinde uzun süre yasaklı kalmıştır. Hâlâ bazı Amerikan kütüphanelerinde yasaklı kalmasına rağmen, kitabın yasaklanması günümüzde ilginç bir hal almıştır:
-ABD'de lise düzeyinde en çok yasaklanan kitap olmasına rağmen aynı zamanda en çok okutulan kitaptır.
-Yazarı 27 Ocak 2010'da ölmüştür,
- Yazar, yaklaşık 40 yıldır bir şey yayımlamamış, münzevi bir hayat sürmüş, 1974`ten sonra röportaj vermemiştir.(Kaçtıkça daha çok ilgi görmeye başlamış, samimi davranmamaya, fotoğraf çektirmemeye, röportaj vermemeye çalışmıştır.)

- Ursinus Fakültesi'nde bir dönem okudu, hocaları tarafından okul tarihinin en başarısız öğrencilerinden biri olarak görüldü.

- Hemingway'le tanışmış bir kişidir.
- Kızının yayınladığı biyografide babasının kendi idrarını içtiği, annesiyle çok az seviştiği gibi iddialar yer aldı.
-Yazar da öz kızı ve eşini hayatından çıkarmıştır.
-1961'de Time'a kapak olmuştur.
-Türkiye'de 2 adla da piyasada bulabilirsiniz
 
Sanırım okumak için kıvama geldiniz:)
 
O halde bekletmeyeyim
 
- Yazar: J. D. Salinger
- hem Gönülçelen(Adnan Benk çevirisi) hem Çavdar Tarlasında Çocuklar(YKY-Coşkun Yerli çevirisi) diye bulabilirsiniz

26 Nisan 2010 Pazartesi

GOOGILLAMADAN...(İnteraktif tahmin oyunu)

-Çekirdekleri meyvesinin dışında tek meyve nedir?

-Özcan Deniz'in Kalp Yarası şarkısının sözleri kime aittir?

-Hakan Peker'in Amma Velakin şarkısının sözleri hangi mankene aittir peki?

-Gölgesizler filminde kaç yabancı uyruklu oyuncu rol almıştı?

-Gölgesizler filminde yazarı canlandıran kimdir?

-Büyülü Gerçeklik türünde yazan ve ilk ödüllü öyküsü Yüzyıllık Yalnızlık romanının kötü bir kopyası iddia edilen yazarımız kimdir?

-Pembe Dizilerimiz içindeki en kısa boylu aktristimiz kimdir?

- Arsen Gürzap'ın tek makyajsız filmi hangisidir?

-Gerzek sözcüğü hangi dildeki sözcüklerden türemiştir?

-Özay Fecht ve Yaman Okay'ın başrollerini paylaştığı küçük bir mekanda geçen ödüllü filmin adı nedir?

-Bir Yudum Sevgi filminin senaristi kimdir?

-Barda filminin final sahnesinde yeralan mahkum oyuncuların isimleri nedir?

Gökdelen Terbiyecisi

GECİKMİŞ CUMARTESİ ABİLERİ

Hiç söylemiyorsunuz cumartesi abilerimiz nerde diye... Ben de madem geciktim, bari yaşı geç ama harika 2 adamı ekleyeyim dedim, kendileri bizi çok eğlendirdi Oscar töreninde.

25 Nisan 2010 Pazar

SUMMERSON'LA RÖPORTAJ (NİHAYET)

Summerson, oldukça ciddi, işini ciddiye alan, dikbaşlı ve dürüst biri gibi bir intiba uyandırdı bende. Hatta kendisinden baya tırstım. Şimdi beni dizkapaklarımdan kurşunlatacakmış gibime geliyor. Hayalgücünü zorda kalmadıkça devreye sokmuyor. Prensipleri olan biri. Ropörtaj soruları üzerinde 1 ay düşündü. O bu kadar bekleyince her bir soruya 1 sayfalık kompozisyon yazacağını sandım:D Meğer sadece sınavlarıyla meşgulmüş. Kısa cevaplarından bööle karşımda Polat Alemdar gibi biri var sandım. Summerson, kızma bana, gençliğime acı, sen bizim abimizsin! Ara başlıklar atmaktan bile çekiniyor, bir şey eklemeden yayınlıyorum.

1- Dünya ülkerinde fiziki çekiciliği olan kimler var? Seni bir gün kaybedersek nerde bulacağımıza kalıbımızı basarız?


Valla beni bir gün kaybederseniz, benzerimi bulamazsınız :)

2- En sevdiğin reklam ne? Hangi reklamda oynamak isterdin? Reklamını yaptığın ürünü kullanır mıydın?

Eğer ilgimi çeken bir ürünün reklamında oynadıysam, tabii ki reklamını yaptığım ürünü kullanırdım. Herhalde müzik veya teknoloji ile ilgili bir reklamda oynardım. En sevdiğim reklam sorusuna ise çok uzun zaman reklamları takip etmediğim için cevap veremeyeceğim.

3- Denemeden bilinmeyen bir şey söyle biz de “way beah!” diyelim. Sen de söylediğine pişman olacak derece utan :P

Pişman olacak derecede utanacağım bir şey yaptığımı hatırlamadığım için bir yanıtım yok :)

4- Herkesin abarttığı senin “bu muymuş pöhh!” dediğin film ne?

Avatar!

5- 23 nisanda seni film setinden çağırdılar diyelim. Yönetmen mi, oyuncu mu olurdun? Hangi filmde kimin yerine geçerdin?

Oyuncu olurdum ve hiç kimsenin de yerine geçmezdim. Kendi karakterimi oynardım.

6- Hadi bi güzellik yap da bize, duyduğun beylik bişii söyle, woaaw diyelim.

Aklıma gelmiyor.

7-Zamanda geri gitsen neye toslardın?

Hiçbir şeye.

8- Jakuziye girdin yanında ne olsun istersin?

"Bence kim olsun istersin?" diye sormalıydın, çünkü sadece sevgilimi isterdim :)

9- Geldik fear factor sorularına... İsviçreli bilim adamları solucanlarla dolu yatakta uyumanın 10 yaş gençleştirdiğini ispatlasa yatar mısın o yatakta?

Yatmam. Her yaşın kendine özel güzellikleri vardır.

11- Vapurda 2 TL’ye ne satsalar kimseye görünmeden alırdın?

Kimseye görünmeden neden alayım ki? Ne alacaksam, gider rahat rahat alırdım :)

12- Oscar almışsın. Çok neşelisin. Dişinde maydanoz kalmış ama farkında değilsin. Yerine gelince söylediler. Ne yaparsın?

Kahkahayı basarım :D

13- Aceleyle çıktın biri lacivert biri siyah çorap giymişsin ne yaparsın?

Bir yerden çorap alır ve değiştiririm.

14- Oğlun gay olduğunu söylerse ne dersin?

Hani benim de bir gay olduğumu düşünürsek, sence ne diyebilirim? :D

15- Faraşla neler yapabilirsin kendi işlevi dışında? 5 şey say!

Eşyaları kendi işlevleri dışında kullanmayı sevmediğimden hiçbir şey sayamayacağım :)

16- Homoerotik bir klip var mı bildiğin? Neymiş o?

:) Yehonathan - Just Another Summer; http://www.youtube.com/watch?v=0daQjk6yuAk

17- Durakta beklerken biri arabasına davet etti diyelim. Ne olması lazım binmen için?

Bende güven hissi yaratması lazım.

18- Sence uzayda seks neye benzer?

Karşı tarafa dokunabilirsen, seks her yerde güzeldir :)

19- En son neye güldün?

Oyun oynarken arkadaşımın yaptığı garip hareketlere :D

20- Bazen çok …………… olabiliyorum. Aslında ………………… biri değilim ama ……………… yapmak da işime geliyor.

Bazen çok asabi olabiliyorum. Aslında asabi birisi değilim ama ……………… yapmak da işime geliyor. Son kısmı dolduramadım. Sanırım rol yapmayı sevmediğimden dolayı.

22 Nisan 2010 Perşembe

Doğumgünü

Düşünüyorum. Sana uzaktan kuru kuru ne verebilirim Victor? Akıl verebilirim, benden çok maşallah. Fikir* verebilirim, uyarsa kullanırsın. Boşluğa yazılmış güzel kelimeler, uçurtmalar, düğmeler, zeytinler, hayıt tohumları verebilirim. Güzel günler vaadedemem. Elimde değil. Elimde olan hesap makinesi şu an, o da işine yaramaz. Hesapsız yaşa, ama ne "kitapsız" ol, ne kitapsız yaşa. Sana yarıları dolu bir sürü bardak hediye edebilirim. Bir de boş kısımlarını göstermeyen bir gözlük. Sana yalnızlığımdan bir dal verebilirim. Toprağında çimlendir. Tenhalığında kalabalık eder.

Şimdi sana vereceğim fikirlere* geçelim:

- Gözlerini kapat, derin bir nefes al, içinden ona kadar say ve yavaş yavaş ver
- Pachelbel'in Canon Suit'ini dinle
- Masana bir çay bardağına iğde dalı ıslat
- Simidinin susamlarını biriktirip kuşlara at
- Fantastik bir filme git

Bunları yap bakalım ne olacak ben de merak ettim:)))))))) İşe yaramazsa dövme ama tamam mı?

KAPRİSLİ GÜZEL: ÜZÜM-2

Ne demiştik? Bağcılık zordur! Küçüklüğümde ev ziyaretlerinde havada bir sürü tabir uçuşurdu, "kül vurmuş", "salyangoz sarmış", "salkım güvesi", "kanyaş basmış",  "maymuncuk gibi sanki", "yok yok uyuz"... Tam 63 çeşit bağ hastalığı varmış. Baba bu ne yaa? İnsanlarda yok bu kadar çeşit:) Recm edelim demiştim değil mi?

Ocak ayında toprağı hazırladık, gübreledik, diktik, şubat-martta budama yapılır. Nasıl budanır? Bağ bıçağı denen bir şey var, hiç gördünüz mü bilmem. Kazara elinize kaçırdığınız da yarası çok acıtır ve geç iyileşir. Hele benim gibi acemiyseniz... Çünkü bıçağın ağzı testere gibi dişlidir. Genelde de bıçak kaçırılır, eller çizik içinde gezilir. Budamanın en güzel tarafı budadığınız çubukları bağın sınırına yığıp, yakmaktır. Hem ısınırsınız hem de üstünde bir şeyler közlersiniz. Hatta yanında harika bir yorgunluk uykusu da çekilir. Budama eğilip kalkarak yapıldığından ve oldukça yorucu olduğundan o uyku çok tatlı gelir. Eee, emeğin bir ödülü olması lazım değil mi? Hele bir de bağlar budanınca doğa çıplak kaldığından bir tavşan görmüşseniz keyfinize diyecek yoktur. Tavşan üzüm sever, bilen bilir. Tavşanlar çoğalınca, bağcılar bir çift tilki getirip salar. Tilkiler ise hem çok fazla ürer, hem tavşanları yer, hem üzümleri...



Budama ayında aynı zamanda aşılama da yapılır. Aşılanmamış omca, aşılanmazsa "deli asma" olarak kalır. Verdiği koruklar miniciktir ve tatlanmaz.  Deli asmaların dalları bazen 5 metreye ulaşır. Sarmalları ile birbirine de kenetlenir. Bağın içinde koşturmaca veya saklambaç oynayan çocukları burnunun üstüne düşürür.

Nisan, ilaçlama ayıdır. Aynı zamanda bağı basan yapışkan ot, ayrık otu, kanyaş gibi yabani otları eğer küçükken çapalayıp toplamazsanız tohuma kaçarak bağı kaplar. Yine, sınır boyundaki kamışlarla böğürtlenleri kontrol altına almazsanız bir kaç yıl içinde bağa giremezsiniz. Nisan ayının ödülü, bağ sınırlarındaki çalıların arasından fışkıran kuzukulağıdır. Ekşi ve körpe otları anında yiyebildiğiniz gibi eve götürüp salataya kattığınızda değişik bir tat yakalarsınız.

Geldik, tatlı Mayısa. Mayısta toprağın tava gelmesi beklenir. Hayır öyle "tava" değil. Tav, beli toprağa soktuğunuzda toprağın bele yapışmaması ile anlaşılır kabaca. Bağlar kış ve bahar aylarında yağmur ister. Ama daha sonra yağan yağmurun -hele dolunun- faydadan çok zararı vardır. Tanelerin şişmesi için büyümenin hız kazandığı Haziran - Temmuz aylarında da suya ihtiyacı vardır. Bunu da damlama sulama ile sağlayabilirsiniz.

Dün tefek kırmadan bahsetmiştim. Bir de yaprak seyreltme ritüeli vardır. Mayıs-Haziran aylarında en dipteki salkımların güneşi görebilmesi için bir de fazla yapraklarını almak lazımdır. Toplanan yapraklar ise hemen salamura yapılmalıdır. Yoksa "kızar". Küçüklüğümde "Eyvah yapraklar kızdı!" diyen annemin sesi kulaklarımdan silinmez. İşin özü, toplanan yaprakların önce gölgede geniş bir bez üzerine ince katman halinde yapraklar tes çevrilerek yayılması gerekir. Yoksa kararır, kalınlaşır, çürür. Dolayısıyla tuzlu su ile haşlanan yapraklar kavanoz ya da bidonlara basılır. Ama o işlem sırasında mutlaka bir kısmı ile hemen "Yalancı Dolma" yapılır. Bozcaada'da "Çiğ Dolma" da denir. Bildiğiniz kısırın, kendi bilgi ve becerisine göre haşlanmış yaprağa sarılıp yenmesinden ibarettir.

Haziran ayında bağın içinde fazla gezilmez. Salkımlar zedelenmez. Üzümün dışı bir buğu ile kaplıdır. Hasat sırasında bile o buğuya dokunulmaz. Onun tazeliğini koruyan bir plakadır. Hasat sırasında üzüm sadece sapından tutulur avuçlanmaz. Üzüm makası leylek gagası gibidir. Sapından tuttuğunuz salkım o makasla döndüre döndüre çürük  taneler alınarak, içine bağ yaprakları konmuş kasalara usulca yatırılır.

Bağbozumu/Hasat oldukça organize bir iştir. Usta bir ekip gerektirir. Ama geçimini bu yolla sağlayan geniş aileler de üstesinden gelebilir. Sofralık üzümün hasadı için, bir traktör şoförü gerekir. Sizi ve kasaları bağa götürüp, getirmesi için... Kasaların bağın sınırına indirilip istiflenmesi için 2 hamal, üzüm kesecek eli ince işe yatkın 2-3 kesici -mümkünse bayan-, kasaları yapraklayacak, istiflenmiş kasaları bağlayacak eli çabuk bir ortacı -çocuk olabilir- ve ambalajlamak için bu konuda eğitimli bir istifçi, istifçiyi üzümsüz bırakmayacak, boş kasa götürüp dolu kasaları getirecek bir kaç kasacı...

En yüksek ücreti istifçi alır. Çünkü istif önemlidir, daha fazla özen gerektirir. Hem gösterişli bir görüntü elde etmek, hem bir kasaya 25 kg üzüm sığdırmak, hem "kınalı" yani 3. kalite üzümleri harmanlayarak, üzümün buğusunu bozmadan yerleştirebilmek sanıldığı kadar kolay değildir. İstifçilerin boyunlarında bir mendil, üslerinde bir şemsiye veya bir çardak, yanlarında sigaralarını yakan, çayını suyunu veren, mendil uzatan, laf atan, akıl veren bir yarenleri olur. Bu yaren ya aylak traktör şoförü ya da bağın kahyasıdır. İstifleyecek üzüm bulamayan istifçi çok sinirlenir. Ayağa kalkıp işçilere yalandan bağırır, aslında dilediği molaya kavuşma hakkını kazandığı için şanslıdır. (Bir de istifçiye iş öğretmeye kalkan ukala baş sahipleri çok sinirlendirir. Gözlerine kestirdikleri üzümü uzatıp, "onu koyma, bunu koy", "tanelenmiş olanları dibine at", "çok fazla 3. kalite kasa yapma" diye herşeye karılır.)

Eğer bağın sahibi doğuştan yetenekliyse istifi kendi yapar. İşçilerin bağda buldukları ikiz üzüm için bahşiş isteme hakları vardır. Çünkü ikiz üzüm bağın bereketidir. (Bu arada bağlarda çalışanların yanından geçilirken "Bereketli olsun!" diye bağırmak adettendir.) Bu bahşiş önce vadedilir. Sonra o an cepten çıkarılıp verilmemişse günlerce şaka konusu edilip en sonunda bir sade gazoza bağlanarak akşam ayçekirdeği eşliğinde içilir.

Eğer Bozcaada'da değişik yörelerde bağlarınız varsa, hasat 1 ayı bile bulabilir. Bunun için genelde Kaz dağı eteklerinden mevsimlik işçi Türkmenler getirilir. Türkmenler, çalışkan, dışları renksiz, içleri renkli kişilerdir. Neredeyse tek tip giyinirler. Kadınlar çoluk, çocuk uzun beyaz namaz başörtüleri ile örtünür. Erkekler kasketli, çizgili gömleklerinin üstüne el örgüsü süveter giyerler. Sıcaklara kalmamak için sabahın 5'inde yola koyulan traktörler, birbirleriyle yarışırken içindeki kızlar türküler söyler ve utangaçça fısırdaşırlar. Bağcılar evlerinin yanına "İşçi Damı" dedikleri bir eklenti inşa etmişlerdir. Bu damda yerden 40 cm yüksekliğinde bir kerevet, bir tuvalet, bir lavabo bulunur. Banyo yapılmadığı için banyo yapamayan Türkmenler, akşam saat 7'de "aşağıya" inmeden önce, sadece ellerini yüzlerini yıkama fırsatı bulup, "Altın Damlası" adı verilen ağır kolonyayı dökünürler. Aşağıya/kordonboyuna genelde bir kahya eşliğinde 15-20 kız birden inerler.

Hasat sırasında ben en çok "Bibili Üzüm" yemeyi severim. Tanelerini iyice şişirmeyi beceremeyen salkımların üstünde mevsimine göre çok tatlı minyatür üzümler olur. Bir de üzüm yemenin zamanı vardır. Hasadın ilk günlerinde ekşi-tatlı olan üzüm, ilerleyen günlerde tatlılaştıkça bir kaç salkımdan fazlasını yemek zorlaşır. Bir de hasat bittikten sonra "Neferye" toplanır. Neferyeler koruk olduğu için hasat zamanı hasat edilmeden omcada bırakılmış üzümlerdir. Hala yarı ekşi tatlarını koruduklarından bunlardan yapılan koruksuyu ferahlatıcı bir şerbettir.

Koruk, Bozcaada gibi geçimi bağcılık olan yörelerde limonun yerini almıştır. En güzel Börülce'ye ve Kupez'e yakışır. Börülce, fasülyegillerden bir sebze olup, daha ince ve uzundur. Kupez ise Bozcaada kıyılarında yazın bolca avlanan kupa balığı da denen bir balık cinsidir. Koruklar, bir kasede şişe dibiyle bir güzel ezildikten sonra içine zeytinyağı ve sarmısak konularak tarator elde edilir. Bu ekşi taratora "Ayşe Taratoru" da denir. Bu ise, ekşi sözcüğünün halkarasında eeşi, aaaşi diye söylenmesinden ileri gelmektedir.


Bağdaki kahvaltılar çok güzeldir. Traktörden indirilen testiler kütük gölgesine saklanırken, kasalardan küçük tüpün sönmemesi için kuytu yapılıp çay konur, 4 kasa ters çevrilip üzerine gazete yayılırken, diğer kasalar oturak olarak kullanılır. Hanımların maharetine göre sofra, keçi peyniri, üzüm, karpuz ya da gül reçeli, çekiçte zeytin, siyah zeytin, söğüş domates ve salatalık, biber, tuzlu sardalya, bağdan en güzellerinden bir kaç salkım üzüm, kurabiye, poğaça, soğanlı peynirli pide, içine salça ve kekik konmuş zeytinyağı kasesi ile donatılır. Bazen de sadece üzüm-peynir-ekmek yemek çok tatlı gelir. Öğlen ise tuzlu/sirkeli sardalya balığı, bol zeytinyağlı akdeniz salatası, yaprak sarması, patlıcan veya kabak "döşemesi" yenir, üstüne karpuz ya da kavun kesilir. Tek bir bıçak olduğundan karpuz kemirilerek ama parmağa dikkat edilerek yenir.

Bağlar hasat zamanı, yılan, kuyruölü, akrep, kıstırgaç gibi tehlikelerle doludur. Dedem, dut ağacının altında yattığı uykuda gömleğinin içine girip uyumuş bir yılanın çıkacak yer için dürtmeye başlamasıyla uyandığını anlatır da hala irkilerek hatırlarım. Diğer yandan bağların yarattığı yeşil deniz, tepelerden bakıldığında aralarda görülen istifçi şemsiyeleriyle, aralarında çarkıfelek açmış çimenlik gibi görünürken, aralardan fırlayan keklikler, bağın ucunda bir ağaca bağlanmış uçurtma ile görmeye doyamayacağınız güzelliklere gebedir.

Eğer bağınızda şaraplık üzüm varsa... Neyse onu da artık yarın aydeyivereyim.

21 Nisan 2010 Çarşamba

KAPRİSLİ GÜZEL: ÜZÜM (1. BÖLÜM)

Dünyanın en zahmetli, en nazlı, en kaprisli meyvesidir üzüm. Onu "çok sevdiğini ispatlamaya çalışan iyi niyetli bir üvey anne" gibi, 365 gün ilgi bekler. Boşuna dememişler bakmazsan dağ olur diye. Bu lafı bu yazı bittiğinde bir daha düşünün! Üstelik bağ dediğin bir kütükle bitecek iş değildir. En küçük bağda bile nereden baksanız 100 kütük bulunur. Dolayısıyla üzüm diye geçiştirdiğimiz her tanenin, her salkımın, her kütüğün ve her bağın ayrı bir kimliği, ayrı kaprisi vardır. En büyük kaprisi iklimdir mesela. Ne çok kurak ne çok sulak iklim sever.

Ders 1: Aşılanmamış çubuklar üzüm yapmaz. Aşılı, cins fidanları köklenmesi için kahve gibi yumuşacık bir toprağa derince açıp italik olarak gömersiniz. Dışarıdan baktığınızda ne gözü, ne kulağı görünmez. Köklendiğinde çıkarır, sürülmüş, taşı toprağı, yabani otu ayıklanmış toprağa üçer metre arayla (araya sürmek için bağmotoru/pırpır girsin diye) yarı beline kadar gömersiniz. Eğer sabırsızsanız hazır gömmüşken elinize taş alıp recm yapın derim. Çünkü ilk diktiğinizde 5 sene bir bağdan verim alamazsınız. Aldınız diyelim, tadımlık değil niyetiniz satımlık ise zarara hazır olun. En kestirmesinden söyleyeyim: 1 kg bamya 40 TL, 1 kg kiraz 170 TL, 1 kg üzüm ne kadar? 1-1,5 TL.

Tarlanız var bağ dikeceksiniz, hoop! Toprak yorgun olmayacak! Hiç bağ dikilmemiş bir toprak olacak yani. Toprağa bakım yaptınız mı? Yabani oto olmayacak! Gübrelenmiş olacak! Eğimli olmayacak! İçinde ağaç olmayacak! Killi toprak olmayacak!

Tarladaki kütüklerin arası o bağ motorunun pulluğuyla sürülüp, tırmığıyla düzeltilir. Bağ motorlarının arkasına Nazilli ya da Ezine işi romörk takılır. Bağa onunla gidip gelinir. İşte saatte 5-10 km yapan bu taşıtlara çıkardıkları sesten dolayı pırpır denir. Diktiğiniz her asmanın dibine yalak açılacak ki su dolsun. Sonra yapraklar çıkmadan göz taşı atılacak. Sonra yapraklanınca kükürt atılacak. Kükürt atmak bu arada dünyanın en zor işlerinden biridir. Zehirli olduğundan solumamak için Mayıs güneşinin altında uzun kollu kazak, eldiven, kar maskesi giyip yüzücü gözlüğüne benzer bir gözlük takmalısınız. İşlem bittiğinde, sarışın bir kardan adama dönüşürsünüz zaten. Sabah serinliğinde bağa giden bağcıları, saat 11 gibi sarışın kardan adamlar ordusu olarak görürseniz korkmayın.

Gübreyi yiyen ve keyiflenen kütükler zaten sarmaşık türevi bir bitki olduğundan boya gider. Yani her bir dalı 2-3 m uzar. Bu ise üzüme gitmesi gereken verimi düşüreceğinden salkımın 1-2 göz üzerinden kırmak gerekir. Bu işleme tefek kırma denir ve kükürt atmak terine dünyanın en zevkli işidir. Hatta çolukçocuk, cümbürcemaat yapabileceğiniz zevkli bir iştir. Çünkü o tefekler toplanırken bir yandan yenebilir. Ekşi, buruk bir tadı vardır. Yedikçe yemek gelir adamın içinden.

20 Nisan 2010 Salı

NO HİMSELF YES MİMSELF

-Siz hiç işe gelirken komşu bahçeden bir dal ıhlamur veya iğde çiçeği çalıp, çay bardağınıza ısladınız mı? En alengirli işinizin ortasında bahar yeli hafiften getirdi mi kokusunu o çiçeğin? Gittiniz mi çocukluğa açılan kapının eşiğine?

-Hayıt tohumu doldurdunuz mu ceplerinize sonbaharda? Getirip koydunuz mu masanızdaki ataç kutusuna? Ataç alırken gittiniz mi Ege'nin Akdeniz'in yamaçlarına?

-Kolanıza helva atıp da çocuklar gibi içtiniz mi köpüğünü? Ya da leblebi doldurup her yudumda bir leplebi çiğnediniz mi?

-Dalından erik, üzüm yada çiçek koparanınız elbet vardır da ikiz meyva koparıp, 3 gün seyredip de yediniz mi özel olduğunuzu hissederek?

-Yabancı bir şehirde takıldı mı hiç memleketinizin plakası gözünüze? Sesten hızlı gidip döndünüz mü "bizim ellere"?

-Radyodan bir şarkı istediniz mi hiç? Yabancı ağızlardan ağdalana ağdalana söylendi mi adınız? İstediğiniz şarkıya ağladınız mı?

-Isırgan çullaması yaptı mı anneniz, anneanneniz? Sabırsızca beklediniz mi fırının başında? Pekmeze batıra batıra yediniz mi ağzınız yanarak?

GİZLİ HAZİNEM

-Berna'ya sevgilerimle...-

Yine zorla yatırılan öğle uykusu ve yine o can sıkıcı anlar... Uykum yok, canımı yakıyor saniyeler. Uyumasını beklemek lazım annemin. Emin olunca usulca kalkıp, gizli hazineme ulaşıyorum. Açılmasın diye annemin kağıt sıkıştırdığı Rum ustalarının işi, gomalak cilalı, oymalı, komidinin kapağını açıyorum. İşte hazine sandığım. İşte gizli ülkem. Nasıl da davetkarca pırıl pırıl parlıyor.

Şıngırdatmadan alıp yatağıma geçiyorum. Üstünde, Anadolu Hisarı'nın önünden denizle öpüşen Göksu Deresi var. Erguvanlar görünüyor arkalardan. Bakımsız yalıların şavkı vurmuş suya. Yer yer paslanmış kutu. Ama zamanında bisküvi veya çikolata kutusu olduğu anlaşılıyor. Ne yazık kokusu kalmamış. Açınca metalik bir koku yayılıyor daha çok. Bir de çam sakızı ile sabun kokusu. Çam sakızı ne için bu kutuda bilmiyorum. Ama her açtığımda bu acı sakızdan minik bi parça ısırıp ormansız bir adanın özlemini gidermeyi adet edinmiştim. Bazen tavandan sıcak havalarda damlayan budakların reçinelerini de yerdim. Sabun ise, terzilik yapan anneciğimin patron çıkarırken kullandığı körelmiş yassı çizim aleti. Bazen sıkışan çekmecenin rayına sürdüğünü de görüyorum.

İşte gerçek hazinem. Envanterini çıkarmak lazım. Tarihin yakasına yapışmış elleri bu kutunun. İliklerinden koparmış düğmelerini birbir. Şu elmas küpelere benzeyen telkari zariflikte düğmeler kimbilir hangi haminnenin. Bu sararmış inci düğmeler kimbilir kimin krem hırkasından sökülmüş. İrili ufaklı, kemik, fildişi, sedef, plastik onlarca düğme. Sürüsünü terketmiş onlarca asker. Yırtıldığı ve söküldüğü için rütbesi indirilen asker gibi bağrından kesilmiş yüzlerce gömlek düğmesi. Belki dedemin damatlık ipek gömleğinden yadigar, belki Almancı yakınlarımızın getirdiği eşek kulaklı yakaları olan pembe gömlekten. Çoğu cezalı. Çoğu yokluk görmüş, gerçek açlığa, çaresizliğe tanık olmuş.

Böğürtlen şekilli siyah düğmeler gözdelerim. Ağzıma atıyorum herzamanki gibi. Pekala küpe yapılabilir. Yanlış hesap edilerek alınmış bebek bolerosu düğmeleri pembeli, mavili, uçuk mu uçuk, pasta üstündeki yalancı şekerler gibi. Boynuza benzeyen bu sivri düğmeleri biliyorum, dayımın paltosundan kalma, hatta benim küçüklüğüden. İşte ablamın dizine kadar uzanan uzun, kalın hırkasının büyük düğmeleri. Cam göbeği, yalama şekeri gibi. Bu dört büyük gri düğme de annemin ben doğduğum sene leke olan mantosunun düğmeleri. Bu üstü kumaş kaplı paslı düğmeler, geçen seneki 23 nisanda giydiğim bahriyeli kıyafetimden. Bu armalı, sarı metal düğmeler hazinemin en nadide parçaları. Üstünde iki arslan ve çapraz iki kılıç, etrafında defne yapraklarından bir çelenk var. Napolyon düğmesi. Arkasındaki halkasından tutup sallıyorum, çiki çiki çiki çiki ötüyor. Sonra tüm düğmeler arasından dedemin kol düğmelerini koyarım ayrı bir yere. Hiç kol düğmesi takılan bir gömlek görmediğimden nasıl kullanıldığına bir anlam da veremem. Ama onları özel yapan da budur.

Pikenin üstüne büyükten küçüğe sıralıyorum. Keşke hepsi şeker olsa. Yutkunuyorum. Cinslerine göre, boylarına göre ayırıyorum. Sarı bir düğmeyi göbek yapıp, beyaz düğmelerle papatya yapıyorum. En sevmediklerim şu kara önlük düğmeleri. Öylesine sıradan ve özensiz ki, bana sıradanlığın sıkıcılığını anlatıyor.

Annemin moda dergilerinde bu düğmelerden yastıklar yapıyorlar. Bez ayakkabıların üstüne, çantalar üstüne, salopedler üstüne dikiyorlar karmakarışık, havai fişekler gibi, kuyruklu yıldız gibi... Yalvarıyorum anneme "sen de yap" diye, oralı bile olmuyor. Ona göre "ayıp herkese karşı". Fakirliğimizi tescillermiş. Oysa kimin evinde yoktur takımı bozulduğu için güzellikleri hapseden, bizden esirgeyen düğme kutusu? Neden bir örnek dikilmek zorundadır düğmeler? Neden renklenmez hayatımız? Neden beyazın üstüne siyah dikilmez mesela? Neden iddialı olmaktan korkar büyükler? Neden küçük bir kasabada gurur meselesidir düğmeler? Neden?

Bu şişman soru baloncukları büyüyüp odayı doldurduktan sonra, perde hep aynı şekilde kapanır, annem şıngırtıya uyanır, önce "körelmem üzerine" bir temenni, "büyümediğim için" bir azar, "kafamın üstüne" bir kırlent... Oyun biter ve avuç avuç tüm "taşlar" toplanır. En son dedemin kol düğmeleri konur. Onlar "şahıdır" hazinemin.

DUMURCAK'IN MACERALARI

*Plazanın danışmasına yaklaşıyorum. Ekranda fal bakan güvenlik görevlisine A. hanıma geldiğimi söylüyorum. Yukarı buyur etmeden telefona sarılıyor.
-A. hanım, eeeee(bana dönüyor) kim diyelim?
-Eşiyim
-Eşi bey geldiler efendim

*Bir yandan yeğenime telefon etmeye çalışıyorum bi yandan da "Eşim telefonda Aynur Aydan diye adını söyler biliyor musun?" diye arkadaşıma izahat veriyorum. Telefon uzun uzun çalıyor biz gülüşüyoruz. Birden karşıdan "Alo" sesi geliyor, panikliyorum. Alelacele
-Alo Öykü bem Aynur ben diyorum. Son derece soğuk bir sesle
-Ben Öykü değilim efendim diyor, hep beraber yarılıyoruz
-Önemli değil ben de Aynur değilim diyorum

III. SAYFA KORKUSU

Motorsiklet kullanan bir müşterim vardı. Yaşam doluydu gözleri. Bir şeyler anlatırken heyecanını geçirirdi bana. Giderken bahçeye koyduğu kıyafetlerini yavaş yavaş giymesi hoşuma giderdi. Motorsiklet iştahım kabardıkça kabarırdı. Robocop gibi gelirdi bana. Kızkardeşinin de motorsiklet düşkünü olduğunu, kafası bozuldu mu yakın yerlere gittiğini anlatırdı. Özgürlüğüne imrenirdim.

Bir akşam eve gittiğimde kayınpederimin aldığı bulmaca gazetelerine düşünmeden hızla gözatarken beynim minicik bir vesikalığı tanımış olmalı ki, çevirdiğim sayfaya geri döndüm. "Yine kask ihmali, yine sürat" yazıyordu altında. Bir paragrafa sığdırılmış öylesine bir III. Sayfa haberi...

Ertesi gün telefona sarıldım, başsağlığı diledim babasına. Bir haftasonra bize uğradığında motorsikletleri satışa çıkardığını söylüyordu. Kızını kaybetmeyi de göze alamazdı. Özgür Robocop, ses sınırını aşmış bilinmez diyarlara yol açmıştı artık.

O gün bugündür III. sayfada tanıdık birilerine rastlama ihtimalinden korkmuşumdur. (Ama  şimdi aklıma geliyor bak, elindeki silahla rus ruleti oynayan bir (asker) arkadaşım, eşinin gözü önünde canından olmuş ve ilk sayfaya çıkmıştı:( 2 tekerlek ve 6 delikli bir tekerlek şeytanın kışkırtmasına açık demek ki... )

KENDİMLE ÇILGIN RÖPORTAJLAR

Baktım olcak gibi diil, tuttum kendimle röportaj yaptım. Ne kadar kaçsan da olmuyo, aynada traş olurken gözgöze geldik cevapladım ayaküstü, o yüzden böyle uçuk.

Ben- Aynı anda hangi işleri yapabiliyorsunuz?
Yine Ben:) - Ben yürürken kitap okuyabilir, bir anlığına bakınıp, gördüğüm biri ile ilgili bi fantazi kurabilir, o an servis şoförüne günaydın deyip yerime oturabilir, otururken çaktırmadan ufaklığın konforunu sağlayabilir, aklıma gelen bir fikri not edebilir, ayakkabılarımı yine parlatmadığıma hayıflanıp, niye Hasan Ali Toptaş kadar iyi yazamıyorum diye öfkelenip, servis şoförünün geyiklerini göğsümde yumuşatarak afyonumu patlatabilirim.

Ben- Hamile misiniz?
Yine Ben:)- Her daim hamileyim, çünkü herşeyden etkileniyorum. balık burcuyum da ondan mıdır nedir herşey bende zincirleme reaksiyona sebep oluyor ve beynimde piç düşünceler oluşuyor, duyarlı biri olarak hepsini nüfusuma kaydediyor, okula başlayacakları güne kadar karşıt duygularla emziriyorum, anarşist yanları olgunlaşınca canlı bomba olarak salıyorum, patlıyorlar blogta, dikkatli olun çok önemli bu nokta.

Ben- Blog tuttun da noldu?
Yine Ben:)- Başım göğe erdi, testislerim trampet çaldı, bi yaş daha büyüdüm, ama 29 şubatta doğduğumdan hala ergenlik çağına gelemedim, bloguma kustum, parmak parmak tattılar, çorbada benim de tuzum olsun diyenler geldi tükürdü, zenginleştim, zengin mutfağına döndü içim, aşçı, hırsız, karısı ve aşığı ile arkadaş oldum, blogun duvarlarını yıktım törenle, törende Ersen ve Dadaistler eylem yaptı, tutuklandılar, kefalet paralarını ben ödedim, ama ilan etmek bana yakışmaz, yakışanı giyerim ben, bugün birşeyi yakıştıramadım kendime, tarihe geçirecek beni vaka-i nudistler.

Ben- Sağ favorin soldan uzun mu oldu ne sanki...
Yine Ben:)- Olabilir, favorilerim arasında ayrımcılık yapmam, cinsel tercihleri, yemek tercihleri, renkleri beni ilgilendirmez, midesiz değilim ama Aşk-ı Memnu da izleyebilirim, Beşir'e gönlüm kayabilir, King'in Maço İstanbul'una gözatabilirim, Pippi Haşmet'ten P çalabilirim, aykırılık özümde var, özüm-sözüm de bindir benim, çok renkli ve çok dilli olabilirm, mozaiklenmiş görüntülerle vahşetimi gizleyebilirim, ama isterik diyebilirsiniz, siz isterik derseniz ben kıyamam veririk derim bi frikik.

Ben- Futboldan anlar mısınız?
Yine Ben:)- Anlarım ama ne anladığınıza bağlı, futbol ufak ayak oyunları demekse anlarım kendi çapımda beceririm de, yani insanları yönlendirmek için beyaz yalanlar söyleyebilirim ama büyük ayak oyunlarını kıvıramam, zaten Coachbear'ın sandığı gibi büyük ayağım, büyük bacağım yok benim, daha çok twopotbuchuk, öptüm mucuk!

Ben- Bana zaman ayırdığın için teşekkürler
Yine Ben:)- Sana her zaman ayırırım ama artık yoruldum bırakıyorum zamanın poposunu, dikkat et sıkışıp kalma, kısırdöngü marulla yenmeyecek kadar kabızlığa sebep olur, bırak zaman zevke gelsin.

(Rating kaygısı neler yaptırıyor. Ankette en çok ropörtaj ve itiraflarıma kısmen de komik yazılara eğiliminiz var, delirttiniz beni sonunda)

19 Nisan 2010 Pazartesi

DUMURCAK'ın maceraları

*Arkadaşım İsmail'den rivayet olunur:
-Alo İsmail ben buyrun
-İsmail, İsmail ben.
-İsmail?
-İsmail'in arkadaşı İsmail.
-Haa tanıdım
-İsmail orada mı?
-Burada, çağırayım hemen.

*Evlenmemiş ama cinsel açlığı çenesine vurmuş bir abla, işyerimizin yemekhanesinden tulumba tatlısı almış, üstünde kıl görmüş. Tatlıyı eline almış katıla katıla sallayarak ahçıya soruyor:
-Nurettin, bunun kılsızı yok mu?

*Bankanın bilgi işlem bölümüne tamire gelmiş PC kasasının üstünde problem bildirim kağıdını görüyorum:
"PİSİ bozuk. Yeni PİSİ gönderilmesi..."

*Çocukluğu Moda'da, öğrenim hayatı Amerika'da geçmiş doktor arkadaşım mecburi hizmetinde Niğde'ye tayin oluyor. Hastasına soruyor:
-Neyin var?
-Dübürüm gidişiyor
-What?

EYVAH EYVAH

Hayır bu bir film yazısı değil. Film gibi olmuş bir hayatın yazısı...

Filmin başlama saati gelmiş refakatçi ortalıkta yok. İki kişiyiz. 3. biri, bize doğru seyirtiyor. Elinde bir kağıt- kalem. Kapıyı ve salonun ışıklarını açacak sanarak yüzüne bakıyorum. "Gösterim iptal oldu galiba" Haydaa nasıl olur? "İptal mi oldu?" diye sorup otoriter sesinden ve gözbebeklerinden sinemanın sahibi/refakatçisi/büfeci olma ihtimalini sorguluyorum. Sanki bir öğretmenmiş de çocukları gelmemiş gibi, elindeki kağıda ufak bir not alıyor. "Buna hakları yok" diye celalleniyor eşim. "Kimdir sorumlu?". "Yok tabii" diyor gizemli adam. "Gişeye söyleyin, itiraz edin" diyor. Kim bu adam? Film başlama saatini 2 dakika geçirdik. "Koş gişeye bu kadar bekledik, bir sonraki seansı beklemek zorunda değiliz de" diye emrediyor eşim. "Demin bir anons vardı anlaşılmayan, onu mu söyledi acaba?" diyorum.

Üçer beşer atlayıp basamakları gişeye gidiyorum. Gişede uzun bir kuyruk. İlk seans olduğu için çocuk dolu. Gişeden bilet alan 50 yaşlarında kapalı bir teyze var. Onu bekliyorum. Biletini alıp gitmesini fırsat bilip atılıyorum. İnsanlardan korkup akvaryumda yaşamaya alışan balık gibi oturan kızcağıza minicik bir delikten bakınca, çemkirmek gelmiyor içimden. "Film iptal mi oldu?" diyorum. "Hangi film?" diyor kocaman bir hayretle. "Eyvah Eyvah" diyorum. "Yoo, kim söyledi size?". "Aşağıda bir adam, görevliydi herhalde" diye geveleyip, adamın görevini, nereden duyduğunu sormadığıma kızıyorum kendi kendime. Hemen telefona sarılıyor. "Öyle bir şey yok, kimdir o, başlıyor gidin salona" diyor. Tekrar uçarak salonun kapısına geldiğimde, refakatçi olduğunu sandığım uzun boylu, yapılı, fuşya rengi tişört giymiş yakışıklı bir genç hesap sorarcasına "Seansın iptal edildiğini siz mi söylediniz?" diyor. Konunun üstüme kalması şaşırtıyor ve zafer kazanmışçasına onu görüp gösteriyorum, "Şu beyefendi söyledi!" diye. "Nereden çıkardınız?" diyor, "Öyle söylediler, bana da" diyor. Yine gidip duvara koyduğu kağıda bir şeyler not ediyor.

Yukarıda gördüğüm ortayaşlı kadın da eşimin yanına gelmiş durumu anlamaya çalışıyor. Refakatçi kapının kulpunu tutuyor, hamle yapıyoruz. "Bir dakika" diyor. Girip ışıklara dokunuyor açılmıyor. Başka birisine sesleniyor. Fuşya rengi tişörtlü başka bir genç, karşıdaki bir kapıdan girip kayboluyor. Neler olduğu konusunda fikrimiz yok. Böylece 2-3 dakika daha geçiyor. Eşim, içeri girip ürkütücü karanlığa bir bakıyor. Tam çıkacakken bir ses patlaması oluyor. Sıçrayıp dışarı kaçıyor. "Neydi bu?" diyor çocuğa. "Bilmiyorum" diyor çocuk. "Filmden mi geldi içeride bir şey mi devrildi?" diyor. "Kontrolsüz bir ses denemesiydi sanırım" diye yatıştırmaya çalışıyorum.

Bu arada eşim yanındaki teyzeyle ilgilenmeye başlıyor. "Yalnız mı geldiniz?" diyor. "Evet" diyor kadın. "Aaa ne güzel sabah kalktınız, geldiniz tek başınıza!" diyor. Bana dönüyor "Ne güzel bak tek başına sinemaya gelmiş" diyor. Yok canım çocukları vardı diyorum gişede gördüklerimi kastederek. "Hayır" diyor kadın. "Çocuklarım var ama yalnız geldim". Ortada bir gariplik seziyoruz ama kadını aşağılamaya niyetimiz yok. O sırada ışıkları açıyor refakatçi. "E, açıkmış zaten neden sokmadınız bizi içeri?" diyor eşim. "Ana kumanda odasından kapalı, şimdi açmışlar" diyor. "Nerede benim yerim, nereye oturacağım?" diyor kadın. "Salon boş zaten istediğiniz yere geçin" diyor çocuk. Eşim tedirginliğini anlıyor kadının, "Bizim yanımıza gel" diyor. Ortalarda bir sırayı ortalayıp oturuyorum.

Kadın açıklama ihtiyacı duyar gibi başlıyor anlatmaya: "Eşimi kaybettim ben, çok severim sinemayı, sağlığında getirirdi beni, Demet Akbağ'a da bayılırım, şimdi kızıma söylesem anne ne işin var komedi filminde diyecek bana, o da gider ama genelde kızını çocuk filmine götürür, onlara bir şey söylemeden taksiye atladım geldim". "Başınız sağolsun" diyor eşim. "İyi yapmışsınız, mısır almaz mısınız?" deyip uzatıyor elindekini. "Biraz alayım" diyor kadın. "Ayağımda problem var, ön tarafa uzatırsam kusura bakmazsınız değil mi?" diye müsade istiyor bizden. Sonra telefonunu çıkarıp, "Yavrum dersine geç kalacaksın, kalktın mı?" diyor. "Aaa, neden gitmeyeceksin?" diyor. Pazar günü ne okulu olabilir diye düşünüyorum. "Peki oğlum sen bilirsin" diyor. İç çekerek kapatıyor sonra."Telefonumu kapatayım da çalmasın" diyor kendi kendine konuşarak. Panikle biz de kapatıyoruz telefonlarımızı. Reklamlar başlıyor sonra. Ardı ardına reklamlar tam 20 dakika sürüyor. "Hep böyle gürültülü mü olur?" diyor kadın eşime. "Yok, film başlayınca normal olur, şimdi müzik de var ya size çok geliyor" diyor. "Çok uzun sürmedi mi?" deyice, "Bana da çok geldi, git söyle şunlara olmaz bu kadar, kessinler reklamı" diyor. "4 kişiyiz ya kalabalıklaşsın diye mahsus yapıyor olabilirler" diyorum. "23 dakika oldu ama" diyor eşim.

Fırlıyorum hemen dışarı. Ortalıkta kimse yok. Bizim yakışıklıyı diğerleriyle sohbet ederken buluyorum büfenin önünde. "25 dakikadır reklam izliyoruz. Reklamları geçemez misiniz, zaten 4 kişiyiz" diyorum. "Dağıtıcı şirketler mecbur tutuyor abi" deyip peşime takılıyor çocuk. Birlikte salona giriyoruz. Kağıt-kalemli adam, arkadan son 2. sırada kenara ilişmiş, kağıdı elinde hala. Çocuk reklama bakıp "Abi son 2 reklam zaten, şimdi başlıyor" deyip gidiyor. Yerime geçerken açıklama yapıyorum bizimkilere. Gerçekten 2-3 reklam sonra başlıyor film.

Çocukluğumun geçtiği yerlerde geçiyor film. Keyifleniyorum. Derken ilk yarı bitiyor. "Küfürlü olacak die korktum ama o kadar değilmiş, Çanakkale'de geçiyor, benim de Lapseki'de yazlığım var, seviyorum oraları, Recep İvedik'e gitmedim o yüzden, Nurten, abla dedi, sen gitme o filme sevmezsin, Vizontele'ye gitmiştim, sonra bir filme daha gittim neydi adı unuttum, Güneşi Gördüm'e gittiniz mi, ben çok istedim gidemedim, o dönemde sorunlarım vardı, hani bahsettiğim Lapseki'deki yazlığımı satıp borçlarını kapatacağım oğlumun, demin telefonla konuştuğum oğlum akıl hastası biraz, depresyonda 2 yıldır. 22 yaşında. Akşama kadar uyuyor, geceleri de film seyrediyor ya da internette. Abisi, en azından işe girsin diye onu bilgisayar kursuna yazdırdı, üniversite mezunu olmadığı için hiç olmazsa meraklı olduğu konuyu öğrensin diye, üstelik Auto CAD biliyor ama bazen gidiyor, bazen gitmiyor. Üstüne de gidemiyorum. Bir saat yalvarıyorum kalksın diye. Bugün de filme erken gideyim de dönüşte kaldırıp göndereyim diye erken geldim sinemaya. Ama gitmeyeceğim diyor... Daha önce de iş kurduk yıkama yağlamacı dükkanı, borçlar yapıp kaçtı. Kaç kere kaçtı, kaçtı, geri getirdik. E tabii ismimize leke gelmesin diye borçlarını ben ödedim. Bir dairem vardı sattım. Hangi işe girse birisi küfrete, bir laf söylese işten çıkıveriyor ya da dövmeye kalkıyor. Çok asabi. Babasına çok üzüldü, niye başkasının değil de benim babam öldü diyor, Allah'a karşı gelmek olmaz yavrum diyorum anlatamıyorum. Affedemiyor kendini." diye çekinmeden anlatıyor. "Eşiniz neden öldü, kaza filan mıydı?". "Kalp kriziydi yavrum, beni markete bıraktı, yarım saat sonra kalp krizi geçirmiş. Ben gidene kadar vefat etmişti zaten. Şeker hastasıydı, kalp de vardı. Beş sene oldu, 56 yaşındaydı, yavrum. Küçük oğlum aramış okuldan ona iyiyim demiş. Çocuk da affedemedi kendini. Çok düşkündüler birbirlerine. Bu küçük oğlum çok sonra oldu, yeri başkadır. 15 dakika önce gitsem, ilacını verirdim ölmezdi diyor hep. Hep aynı şeyi söylüyor".

"Arkadaşı filan yok mu diyor?" eşim. "Bir arkadaşı var, ona da oğlum diyorum sen bari söyle de aklını başına alsın. Kız arkadaşı vardı 2 tane ayrıldı". "Niye ayrıldı?" diyor eşim. "Bilmiyorum ki, son zamanlarda telefonda sürekli kavga ediyorlardı. Ah keşke devam etse. Kızlar da hepsi üniversite mezunu, bir tek yakışıklılığı var bizimkisinin, neyine bakıyorlar anlamıyorum.Hiç dinlemiyor beni". Lafa giriyorum "Hiç tedavi görmedi mi?" diyorum. "Görmez olur mu 2 yıl önce gitmiştik, ilaçları da vardı bıraktı. Şimdi de götüremiyorum. Deli miyim ben diyor. Meyvasuyuna katıyorum öyle de etkili olmazmış. Sen gitsene diyor bana. Oğlum 200 TL ver sen, ben doktora koşa koşa giderim diyorum. Ucuz değil ki doktorlar. Vallahi giderim". Sözün bittiği yere geliyor konu. "Zor!" diyebiliyoruz ikimiz de. Derin bir iç çekerken kararıyor salonun ışıkları. Karanlık, dramatik örtüsüyle beynimizi örterken, "Oğlum, delidir o deli, kaç sen kaç!" diyor Ata Demirer'e filmdeki kadın. "Eyvah eyvah!" diyor Ata, "Eyvah Eyvah!".